29 Aralık 2010 Çarşamba

V.oaw

Yaşımın müsvedde zamanları.. diyeceğim, eteğini kaldırsanız kadın, süveterine baksanız çocuk, sakalına baksanız dede, çüküne baksanız koşulamayacak uzun bir maraton, kurduğu cümleleri heceleyemezsiniz, hepsi akraba birbirine.

Ağzıyla kuş tutacak ilk seferinde, ilk seferinde heceleyecek: oku ve üfle!

Bunu da not edebilirsiniz

otuz birinci kere.

..

Sonra?
Sonrası uzun kızıl saçlarımdan dolgun patikalarıma yerleşen kırkiki derece ateş, gece yarısı fenalaşan bi hastane. Histeriye ekmek banıp yediğimiz, lokal ruhların haşhaşlı sahanlıkları. Fatiha’da tekleyen Mozart, bir bakmışsınız ruhlarımızın batıyı gören pencerelerinde terk ettiği kadınları yemliyor,

bu defa teklemeden ilerliyor

Kırkıncı senfonide.

..

Zamanı öldürmek için komaya giren bir yüzyılın eşiğinde sarıya çalan şişeler; çok içtik, kafayı çektik, kapağımız kaydı demlendik, büyük patronun taşaklarına üfleyip, kalbi guruldayan köleleri elledik, hafızamızı tazeyken şişeledik.

Unutmak bilmem kaçıncı ayyaşın palavrası; rüzgarlı bardaklar, çürük tabureler.

Birazdan bütün bardakların camından atlayacağız.

70 cc

Fulle.



Gece, türk sanat müziğinden yelloz şarkılar ve bigudili şeylere yaslanıp aynı notaları dinleyeceğim, aynı kırık masalın kırık plağında. Sekiz yaşımdan bir gün daha almadan, altın bir plağın orta yaşını kutlayacağım

gıcır gıcır bir kırkbeşlikle.

Aklıma manzaralar çizeceğim, yaşımın tereddütlü zamanlarından bağımsız;

ilk kez aşık olan hafifmeşrep şişman kadınlar için fazla melankolik,

ilk kez kadın düzen yeni yetmeler için fazla didaktik,

ilk kez havalanan etekler için fazla metafizik.

Aferin Mozart.

Çok yaşa matematik.

26 Aralık 2010 Pazar

Ex Con

Erkeğimizi cehenneme gönderip arkasından su dökermişiz eskiden, eskiden kimimize göre aramızdan güneşe tapanlar geceleri Allahsıza dönüşen tahta birer askermiş, kimimiz bir şeye tapmadan önce hiç bir şeye inanmamayı icat etmiş.

Biz ve cehennemi cıss diye küçümseyen miyop gözlerimiz,
Biz ve bayrak tutan kızıl ellerimiz.
Eskiyiz ve ahesteyiz..
Bizim eskilikten kastımız, dedelerimizin Marlon Brando postu giydikleri kurt zamanların salyalı öğleden sonraları.

.

Çok da yalnız kalmışız beyaz atlı prenslerimiz yamyam çıkınca,

Hiç de sızamamış otuz iki dişimizden içeri kahkaha,
o bile yalandan.

.

Tecavüze şöyle bir uğrayıp geçmek olmaz, herkes bir birine elbet bi gün uğrar sike sike öğrenmişiz.. Hazırından bir de kanser fabrikası, tulumlarımızda emanet duran üstümüze iyilik sağlıklar, hayatımızdan kırpılan vardiyalar.
İşçiler hep sol tarafından kalkarmış, sağımızı da aldırmışız sağ olsun random ameliyatlar.

..

Sonra sordum ben de hiç utanmadan, kadın balkonlarından sarkıp yalnızlar balkonuna seslenerek:

- Kız oğlan kızım ben. Kararsız bir cinsiyet benimkisi. Ne olsam? Yaşıyorum bilmeden.

Güldüler, eridiler, bittiler, bittikleri yerden devam ettiler, kıç kadar bir balkonda devrim ilan ettiler.

Güldük biz de, eridik bittik, bittiğimiz yerden devam ettik, devrim için makul bir yüz ölçümü diledik.

Sonra cevap verdi onlar:

- Kadri olur, Haydar olur, Andrew olur. Olur yani.
- Olur mu cidden?
- Neden olmasın uzaktan hayal meyal bir kadınsın, yakından onun bunun çocuğu.

Biz eskiden erkek olmadan da kadın olmak nasılmış öğrenirdik. Şimdi yakından ya da uzaktan herkes orospu çocuğu.

Kulak misafiriydiler, öfkelendiler, eridiler bittiler, bittikleri yerden su getirdiler.

Bir cehennemi söndürebilirlermiş gibi üzerime bir kova su döktüler.

9 Aralık 2010 Perşembe

Süper Baba

Pembe barbi çantalar, üç yüz altmış beş güne yetecek çikolatalar, aa kocaman erkek gömlekleri, ses kaydedebilen bir teyp, evin önüne zalimce bağlanmış kocaman bir at.. Evde televizyon kapalı bugün, evde başka bir şey var: Yüzünü sarı ışığın boyadığı otuz yaş üstü bir adam.

- Hoş geldin demeyecek misin?
- Hoş geldin.
- Elini de öp elini de.

(Balerinler el öper mi hiç, iki seneden beri balerinim ben. Nerden aklıma giriyor böyle şeyler? Televizyona serumla bağlanan çocukların Pazar konseri sendromu sanırım, hikmetinden sual olunmaz. Saray’dan kaçırılan kızlar, bizim buralarda evden kaçırılır. Korkuyor annem. En fazla Silifke’nin yoğurduna izin var. Belki Silifke’ ye biri bi saray inşa eder. Bekleyelim ne çıkar. Çocuk aklı işte).

Bi tereddüt elini öpüyorum. (Aferin kızıma).
Bu adamdan çok uzun süredir aldığım ilk aferin, nereye kaldırayım da taze tutayım şimdi?

..

Pür neşe hazırlanıyor sofra, yurdun başka başka bölgelerinde, belki kodamanlara direnmek, belki karı dövmek, belki sırf artistliğine kalkan diğer sıkılı yumruklara benzeyen bu yumruk, bu akşam bütün bir soğanı kırmak için kalkıyor. Türkiye’ ye ayak bastığını ilk hissettiği anı da keyifle anlatıyor:

- Şu sigaranın izmaritini arabanın camından rahat rahat fıydırdım ya, bizim memleket bi başka dedim alllahıma.

Yastığımızın altında akreple uyuduğumuz geceleri anlatıyoruz ona, Turgut Özal’ın vefatını, kardeşimin kırılan omuzlarını, annemin et ihtiyacımızı karşılamak için önce besleyip sonra ağlayarak kestiği tavşanları.
Başka anlatılacak şeyler de var. Yalnız birinin astarı dar geliyor: Ya zamanın ya anlatılacakların..Sıkış tıkış geçiyor günler.

..

Yüzü sarı ışığa boyanan adam atını, yularına yapışıp, batıya doğru sürmeye başladığında; bi balerin, iki çikolataya batmış çocuk, bi otuz yaş üstü kadın televizyonun karşısına kuruluyoruz.

Tam da saatinde Süper Baba başlıyor.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Kişisel

Hüviyetimi istediklerinde, kendimle ilgili bir propaganda ihtimalinden kaçınarak çıkardım eldivenlerimi- ki bu soyunmanın kız kardeşiydi - çok kişisel dediler, fazla kişisel; ilkokul bahçe savaşlarını anımsatan bir bahaneyle, tamam dedim, bunlar benim elbiselerim ve gayet kişisel.

Konu komşu, iri kalçalı gazeteler, kötülüğün üzerine serili danteller, tamirci çırağının biyografisi gayet kişisel, iki bölümlük bir rüyanın devre arasında hayatı atıştırmak, çok ayıp şeyler sayesinde doğmak da kişisel. Ellerim, saçlarım, anneannemden kalma koltuk altlarım, kaburgalarımı kolayca açan anahtarlarım, sol kaşımın üzerindeki yara izi gayet kişisel ve ben bunların hiç birinden kurtulamıyorum.

..

Metro yavaşladı sonra, ben şehrin boğazına durdum. Üçü de takım elbiseliydi, kısa olanı bana bir rock starmışım gibi davranırken, ortadaki, resmiyette hiçbir şey ifade etmediğimi kulağıma fısıldıyordu gülümseyerek. Üçüncü adam köpeğine benzetti beni, tamam dedim içimden bence bu da gayet kişiseldi.

Matematiğim iyi değildi fakat parmaklarımla bu adamları hesapladığımda, üçü toplamda bir adam etmiyordu ve böyle yarım bir adam dünya için takım elbiseli bir kamburdu. Her birini az ötemde oturan amazon teyzeye postalayabilirdim ama o da örgü örüyordu, lanet olsun dedim içimden bu da kişiseldi.

..

Peşimi bırakmaları için gayet kişisel bir teklifte bulunup, eldivenlerimi bıraktım onlara.

Ellerim yoktu artık, ben de yarım bir kadındım ve böyle yarım bir kadın, olmayan elleriyle dünyayı alkışlayamazdı.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Kehanet 1978

Annemi 1978 mayısında kaybettim, gözlerim, yumruklanmış aklımın morarmış işaretleri gibiydi, annem yetiştirme yurdu değildi, ben herhangi bir evlat değildim, bir cellat olsam onu sevgimle öldürebilirdim.
O, 1978 mayısından itibaren çok uyuyacaktı, çokça, haddinden fazla.

..

Galata’ dan atlı adamlar geldi sonra, nallarına bambaşka ülkelerin hikayelerini takıp sürükleyerek, Galata’dan atlı adamlar geldi sonra, bir sürahiden adımı içirip bana, susuzluk ne demekmiş öğreterek. Kaldırımlara kadın eken adamlardı onlar, hasat zamanı gelinceye dek kadınlardan nefret ederek zaman öldüren. Biraz pierre lotide katliam denemelerine giriştik sonra; bir atın yelesinden düğüm çalıp sabrımı örmeye çalışırken, bana, İstanbul’un iyi ışık alan yerlerinde cinayet saklamak nasılmış öğreterek.
1978 mayısı dün gibi aklımdaydı, üzerine eklenen, üstelik uyumadan geçirdiğim on üçüncü mayısın ilk çeyreğindeyken bile.

..

Taşralı bir inatla, anneme akrep derdim, babama yelkovan, saat on ikiyi vurduğunda mutlu bir aile olurduk. Taşralı bir inatla, babamın süveterine sızar, paçalarından akar, ayaklarına dolanırdım. O ise, her defasında gitmeyi başarırdı.

..

Bütün akrabalarını fotoğraflardan tanıyan bir adam tanıdım sonra. Tuvalini tokatlayarak hiç denenmemiş kızıllar dökebileceğini düşünen budala bir ressamdı. Ben anlatıyordum, o kabuslarımı çiziyordu. Dinimi onunla değiştirebilirdim. Tek gözüyle gökyüzünü anlatırken bana, diğer gözü daima toprağa bakardı. Ben dinimi değiştirdim, o ise başkalarını tavaf etti. Birbirine Fransız kalmış iki aşkın arkasından Kürtçe bir ağıt tutturdum.

..

Promilimi tanrıya ayarladım sonra,

Galata’dan atlı adamlar geldi, en son şişesine dek İstanbul’u bitirdik.

1978’ den bir şarkı söyledim onlara,

kimse bir şey anlamadı.

22 Kasım 2010 Pazartesi

At'la Kelebek

Dizlerini, kırmızı balığa basıp kayınca kanattı deniz, oğlanlar ağlayınca bizim sokağı su bastı, ismiydi deniz, cismiydi kara kutu, anası kaptan, babası mizah dergilerinde karakter oyuncusu.
Ulan deniz biraz daha bağırsan İstanbul kendini inkar edicek, her şeyin bir yalandan ibaret olduğu anlaşılacak; bi ayyaşın kulağına iliştirdiği kızıl karanfilden anlaşılamazmış gibi.

Hemen de sardılar yarasını.

- Yara bandına şiir yazayım mı Deniz?
- Siktir git!
- Niye lan? Sen benim kolumdaki alçıya bazı cinsel münasebetlerin temsili resmini çizmedin miydin? Gıkım çıktı mı ha?
- Kolun geçmedi mi daha?
- Yok lan asılmaktan iyileşmiyor.
- He he he

Denizin cennete gideceğini bilsem cehenneme rezervasyon yaptırırım, lakin Cenab-ı Hakk telefonlara çıkmıyor.

..

Beklemeden sümüğümü kazağımın koluna sildim, dünyaca meşhur bir tablonun tam ortasında gibiyim, ressam boya yerine sümük kullanmış, fırçası burnuma yaklaştıkça daha iyi anlıyorum. Deniz’ in dizleri kanlı, benim burnum sümüklü, hanginiz daha romantik diye sordukları vakit, kuyruğu dik tutmaya çalışan o köpek benim. Deniz kırkına gelmeden, ben onun ellisine geleceğim. Yine de aynı yılda doğduk biz, annelerimiz rahimlerindeki saatli bombayı aynı dakikaya kurmuş, diğer biçok kadın gibi.

..

Sokağın kurtarılmış bu bölgesinde hiçbir kadın birbirine orospu demez,- denizin anası bile, kibarlıklarından kırılırlar da orospu diyecekleri yerde kerhane tatlısı deyiverirler pencereden pencereye.

Şehri kurcalasak buna benzer çok masal dökülür, ama hiç biri; deniz, bizim çocuklar, kocaman memeleriyle kötülüklere karşı organik cepheler açan anneler, güneşe burun kıvıran havaya girmiş plastik çiçekler kadar gerçek olamaz.

Hani sırası gelse tıraşı uzamış hayatın yanağına usturayla isimlerini kazıyan delikanlılar kesiliverirdik.

Ama her şeyden önce birimizin burnunu, birimizin dizini silmesi gerekirdi.

Bunun için çok zaman gerekirdi.

- Deniz lan büyüyelim mi?
- Siktir git!

19 Kasım 2010 Cuma

Asonans

Büyükannem sütten kesilme ve süt vermeyi kesme yaşlarını çoktan geride bıraktığı, yüksek tavanında taş evin, orda, o odanın ortasında, kahkahasını da ağıtını da duvara çivileyip, önemli şeylerden söz edecek gibi kuruldu karyolamın başına:

“ Haydi yoruldun. Uyuyacaksın ve yarın biraz daha büyüyecek dünya. Kimsenin kılı kıpırdamayacak, nallarımız yoruldukça biz koşacağız. Tanrı bütün bunları yüksek sesle tekrar etmeni isteyecek, onun için dikkatle dinle beni.“

Yorganıma kurtlar indi şimdi. Büyükannemin ağzı masallara açılan bir mağarayken, en yaşlı kurt onun azı dişiydi. Hayat hikayesini çiğnemeden yutmuş her kadın gibi bana, olması ihtimal dışı şeylerden bahsederdi.

“ Büyükanne biraz daha anlat.”

“ Ben İkinci dünya savaşının eteklerine doğdum, altına hiçbir şey giymemişti, gördüğüm manzara dehşet vericiydi.. Kısa zamanda hepimiz kafayı üşüttük."

“ Peki ya açlık? “

“ Ben açlığı Türk sinemasında gördüm, Avrupa sinemasında daha çok pasta savaşları yapılıyordu.
Pop corn- pop porno- hop oturup hop kalkılan sahneler, uçkurumuza kesilen biletler, boş mideler; galiba şu an sana hayalet bir ambardan söz eder gibiyim, biliyorum.. Her neyse bunlar kasıklarında top oynayan çocuklar için yabancı şeyler.”

“ Büyük anne ben on sekiz yaşındayım. “

“ Rüştünü ispat edebildin mi peki? Bakma öyle. Bu yaş, ömrün boyunca bir şeyleri ispat etmeni gerektirecek, kumarda kaybedilmiş bir yüzyılın giriş yılı: Bi nevi yaşlılık için geri sayım.
Heyecanlı mısın? ”

“ Hayır büyükanne! Heyecanımı öldürüyorsun..”

“ Büyükanneler bunun içindir. Hazır yaşanmış bir hayatı; hiç yaşanmamış, hatta özenle taranmış ve ortasından ayrılmış bir hayatın saçlarına bit diye düşürürüz.. Her işte bir bit yeniği ararken işte, hayat geçiverir böyle.”

..

Büyük annem felçliydi anlattığı her neyse, bütün cümlelerinin sonunda insanı koltuk değneklerinden ederdi.

Galiba bu ikimizin hikayesiydi
Sadece ikimizin..



Sonra ben de uyumuşum.

5 Kasım 2010 Cuma

H.z.

Belki benim adım eski bir kitabın sütü bozuk sayfasında çıkınca
Secde diye kendine duracakmış
Tüyü bitmemiş hayvan
Ben belki gökyüzüyle ağız dalaşıyım
kağıt bir uçurtmadan
Kıvrak bir manevrayla
dünyanın bütün dillerinden bulup anlatacakmış
cehenneme dair ne varsa
hep bir ağızdan
belki ölüm
belki urgan
belki ben odamda göçebeyim
sokakta militan
sözde bir isyancının gözlerinde kendini bombalayacakmış
hasbam
O da buhar olup gidecek
öfkemin yırtmacından
belki ben fena bir müslüman değilim
Hatta alacaklıyımdır biraz
Tanıdığım bütün tanrılardan

28 Ekim 2010 Perşembe

Madam Arsenic

Soy ismimin bandrolünden geçirdiğim kişisel tarihimi pazarlarken, enfes başlangıçları beşe bölüp daha ilk taksitte kapısı sürpriz sona açılan bir çelik kasada, mutluluğun kapağını kapatıyor ve orda kitleniyorum.

Çilingir sofralarını ziyadesiyle seviyorum.

İlk fetihler böyle sofralarda başlar; şarap kadehinde asma kilitlerle kapanmayacak kapı yok yüzüme.

..

Şimdiyse tozlu fotoğraflarını ovuşturarak nostaljisini dezenfekte eden kalem erbabıyım ne hoş. Yarına bir günüm kalmış, bugünüm tek kullanımlık.
Geçmişimin kadrajında geleceğim sepya.

..

Madam arsenic.

Terleyen bu kadını solumayınız.

burnumu bu konuya sokmak isteyişim tahmin edilemeyecek bir şey değil: soluduğum ben,

seyrettiğim cam, başkasının hayatı.

..

Şimdi ise akşam yemeğine az bir zaman kala sevgisizlikten yıkılmak üzre olan bir mutfakta kalbimin sonunu hazırlıyorum.

Paragrafın başından beri bir başkasından söz ediliyor.

oysa mürekkebim kurumadı hala.

29 Eylül 2010 Çarşamba

1980

1980’in içinde biriktirdiği çocuklardık ve bizlerden bir kaçı, sabaha karşı temeli atılan kanserlerle, hayata ısınma turlarına başlamıştı.

Annelerimiz kimdi?

Annelerimiz kadın simülasyonu yüklenmiş, postallarda biber yetiştiren insanlardı
–ki adamı bok yoluna götürebilecek acılıkta biberler yetiştirmek için postallar, biçilmiş kaftanlardı-

Kılıflarımız, biçilmiş kaftanlar, içilmiş şaraplar ve fransız öpücükleriyle içli dışlı olduğumuz acı biberlerin de yer aldığı dayanıksız öğleden sonralarıydı.

1980, sola çevirdiğimiz yanağımızdı.

..

“Altına Hücum” tabelalı genelevler teleskoplarımızın ucundaydı. Akşamları çok fena yıldızlar kayıyor, ay dedeler çok fena uydularını şaşırıyordu. O sıralar birçok arkadaş astronot olmaya karar verdi.

Kapmamız için havaya fırlatılan çeyrekliği mazgallara düşüren çocuklardık, biraz büyüyünce rüzgarın banknotları elimizden uçurup götürebileceği fikrine alıştık. Adım başı mazgalların olduğu, saat başı rüzgarların estiği bir şehrin dördüncü nesil, barok tarzı enfes fakirleriydik.

Babalarımız kimdi?

Babalarımız, evlerin bahçelerinde tüfekle kelebek avlayan yüzü kıllı insanlardı. En iyi sekslerinin ürünleri bizlerdik.

Bunlar tüfekle kelebek avlayan adamlardı.
Ertesi yıl bahçelerimizde hiçbir koza çatlamadı.

..

Sesimiz, ellerimiz, yüzlerimiz umre dönüşü alkol tedavisine başlayacak masal anlatıcılarını anımsatıyordu.
Ellerimizi başımızın altına koyduğumuz an uyuyorduk.

Biz kimdik?

Biz, çengeline baş harflerimizin asılı olduğu bulmaca çocuklarıydık.

Briçte sanzatu

İtalyancada aşk

Balkonda çocuk

Boktaki boncuk..

Neon bir arazide siyah atlarla koşturuyorduk.

1980 sol yanağımızdı.

Bu

Mutfaktan ironi sesleri geliyor.

Akşam yemeği için erken, öğle yemeği için çoktan acıkılmış bir saatte, deşifre edilmeyi bekleyen tencereler bir kütüphane memuru titizliğiyle inceleniyor. Kirli bir tencere falında tüm insanlığın açgözlülüğünü okuyabiliriz. Açgözlülüğümüz dev bir apartmanı ekmek arası hayal eden yamyamınkiyle aynı.

Mutfaktan mutlu aile haberleri geliyor.

Baba oğul kutsal ruh beraber yemek yiyorlar. Annelerine Femme Fatale diyorlar, kırmızı ruj ve sigara dumanıyla hakladığı yirmi sekiz leşi var. Mercimek çorbası ve dünya liderlerinin güç savaşları arasında tutturdukları orta dünya kapıdan salona açılıyor. Kadının topuklu terliklerinin tıkırtısı bir çocuk korosunu hizaya sokabilir. Kocası için kahvaltıda memelerine paskalya yumurtası kırıp servis edecek denli gösteriş budalası. Mutluluk onlar için tombul bir duygu.

Kimsenin içi içine sığmıyor.

..

Kuşlara taş yutturup, azalan uçuş mesafelerini hesaplamak üzre çatılarda bekleyen bir grubu seyrediyorum. Benim beklediğimse kuşların ne zaman pisleyeceği.. Kimse kask takmamış. Mutfaktan taş sesleri geliyor. Sevincimden ötmeye başlıyorum.

Gözlerim yaşarıyor; mutlu bir ailem, çok sesli bir mutfağım, dünyayı kirli gösteren silinmemiş pencerelerim var.

Kalbim tüylü bir hayvana dönüşüyor elhamdülillah.
İçimi tutan gıcığa rağmen sevebiliyorum tanrıya şükür.

..

Tenime öykünenlere ceketimi verebilirim, biraz benim gibi üşüsünler, yüzümü isteyenlere iki yüzümü verebilirim -bu şaşırtmacaydı, şarkılarımı ezberlemek isteyenlere kulaklarımı verebilirim, radyolarda cehennem kuşağı..İlgilenmeyenlere üzüntülerimi verebilirim, çoktandır elimden çıkarmak istiyorum.

..

Mutfaktan aşçı sesleri geliyor,
yataktan fahişe,
sokaktan hanımefendi.

İlginç geldi değil mi?

Çoktandır dilim dönmüyor olan bu.

Şimdi alt yazılara kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

Zamna

Ben öylece sevip kurtçuğunu emziren bir ağacı, ağzı süt kokan incire doldurup bir orman yaratmayı
Ben öylece ağaç doğup insan olmayı
Avuçlarımda ceylan kovalamayı
Tadabilir miyim mesela karaduta konan ırkçı bir arıdan
Bal toplamayı
Bütün bunları bırakıp bir kenara
Dikkatimi verebilir miyim
Hayata

..

Ben öylece çevirip televizyonunun düğmesini, kendimi bulduğum bir kanaldan
Şebeke suyuna karışarak
Mataralarında şarapla şaşkına döndürdüğüm savunmasız orduların dilinde
Üzüm karargah
Nerde akşam orda sabah
Öylece indirip mideme bağları
Koparabilir miyim bütün bağlarımı
Hayattan

19 Ağustos 2010 Perşembe

Anladım

Anladım

Alnımdan taşan suyun doldurduğu tufan gemisine alınan bir çift balık
Gırtlağımı tıkarken
Oltaya kurtulayım
diye takılırken,
ayaklarımı soktuğumda taşan denizin koynunda
tufan koptuğunda
buruştu suyun elbisesi



Ellerimin kuyusuna yüzümü akıttığım bir akşam
Anladım
Suyu boğduğumu
Kalleş bir kardeşle tanıdık bir celladın
Aynı olduğunu



Bir dizimde sütten kesilmiş bir adam
Öbür dizimde gözden düşmüş bir kral tahtı
Anladım mücevhere bulanmış bir acının
Madeni benim tacım
Alnımın ortasını yiyip bitiren
Bir tahta kurdu gibi
Alacalı



Öyle değil kıl payı kaçırmak
Makası kendine tutan bir berber gibi
Deriye kesik atmak

Anladım

Makul bir mesafeden
Kulaklarınız bestelese de sesimi
Sahne tozu yutmuş astımlı bir şarkıcı kadar
Anlatabilirim derdimi

15 Ağustos 2010 Pazar

Call Me Mr. Fahrenheit

Bir devrimcinin sinsi hazırlığı gibi değil, şahsımın propagandasını yapıyordum aldığınız her sinema biletinde. Girdiğiniz yer tünel gibi değil, 1950’ lere özgü bir gişe önüydü Bay fahrenayt.

Sinemada bir sabah gösterimi ayarlıyordum uyanmanız için. Güneş bocalıyor, saçlarını taramamış daha, ekşın diyorum, şafak filmin ortasında söküyor, her şeyin siyah beyaz olması tahammülümü bir kat daha arttırıyor.
Vajinamdaki urganla asmışsınız kendinizi, kendimi kurcalamaktan vazgeçiyorum, siz pimimdiniz artık, kendimi her an havaya uçurabilirdim.

Akşama kadar patlamış mısır ve patlamamış bombalarla geçecek koca bir gün. Olsun bu kaçıncı baskıydı değil mi?



Anneme soruyordum henüz otuz birmiş yaşım,
Utanıyorum Bay fahrenayt, nasıl da yapışmış ömrüme çıkmıyor kırkım.

Hazır utanmışken, üç yaşında bir kız doğuruyorum size, -herhangi bir cami avlusunu önceden ayarlayarak-
alın bakın, kavrukluğuna parmak atıyor hiç çekmemiş cildinize.

..

Terimden, okyanusun aortuna balık pompaladığım o dalgaları pek yutmamışsınız Bay fahrenayt. Su boyumu geçmiyor oysa, tuzumsa kuru.

Nasıl desem, siz saatlerin kalçalarını avuçlamaya bayılırsınız.

Saatiniz kaç Bay fahrenayt? -Rica ederim bana yuvarlak rakamlarla gelmeyin-

..

Prezervatifinize doldurduğunuz şüpheleriniz ve çekik gözlü kadınlarınızla ahbaplık ediyordum. Uzak doğuyu susuz bırakmanız ve bütün kadınlardan şüphelenmeniz hiç bir şey ifade etmiyordu benim için. Her şeye bir kılıf uyduruyordunuz. Çükünüze bile.

Nasıl anlatsam Bay fahrenayt, anneniz bile sabah ereksiyonundan fırlamış gibiydi.

Misafirlerinizi katlettiğiniz bir akşam, kabuk tutmuş yaranıza basıp kaçtım. Kapıyı kimse açmadı. Oysa seri katiller hızlı olmalıydı. Hem etim rüştünü ispat etmişti çoktan, namlunuza cuk oturuyordu.

..

Bay fahrenayt, çarmıha İsa’ yla yatırım yapmış bir Tanrı’nın garantörlüğüne soyunurken daha, çektiğiniz bismillaha siz bile inanmadınız.

Gözlerimi durmadan iğfal ediyordu: Hafifmeşrep bir peygamber, açlıktan ölmek üzere olan bir fil ordusu.

Nasıl izah etsem Bay fahrenayt, film tam da orda kopuyordu.

Ahşap dünyanızı topuklu ayakkabılarımla arşınlamanın, derinizdeki tilkiye kürk giyip yaslanmanın,
günahınızı
üşümekten koruyamayacak tövbeler dokumamın histerisine bayıldığınız gibi,

Nilin insan yutan kıvrımıydım ben, ona da bayılırdınız.

Nasıl desem Bay fahrenayt?
Bana bir ağaç çarptı ve budandım.
Koltuk altımda kıvrıldığım bir rüyadan,
Gözümde usturayla uyandım.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Tecrit Erikleri

Kabilem mor benim

Bekçilerim uykulu, milletim tenha, camlarım çatlak dolduran.
Benim kabilem, yağmur ormanlarında kuru bir detay.

Sanırım bu halimle senin vatandaşlığına asla geçemem.

….

Kabilemden nefret ettiğini,
Orada itin kopuğun eksilmediğini bildiğimden,
bütün başkentlerin anahtarlarını eline tutuşturduğumda,
yepyeni bir dünyanın kapısını aralayacağına olan inancını eşiğinde bıraktım.

Paspas mı uçan halı mı?
Hiçbirine ayak basmadım.
Sanırım ciddi ayakkabılarını ciddi paspaslara sildiğinden bu yana devre dışı kaldı bütün masallar.



Şimdi benim kabilemde
Portakal yiyip turuncu kusulan siyah beyaz bir resimde,
Ahlaksızlık diz boyu,
Erotizm belden aşağı

Ben her ay akıttığı kanın arkasından su döken kadınlar bilirim

Şimdi benim kabilem mor,
Belki kırmızı bu kadar yağlı olmasa
Belki mavi kırmızıya bu kadar yakışmasa
Bu denli mor olmayacak

Ateşi başka kabileler icat eder
Külü benim kabilem
Lisanımız kadifeden
Suskunluğumuz kurnaz bir kumaş yetmezliği

Şimdi benim kabilemde
-Hiçbir malikanede
Sahibinin sesini ısıran bir köpeğin öldürüldüğü görülmemiştir
Evcil hayvanlar dağlarla cezalandırılır



Ben bu kadar vatandaşken
Kendi sınırında kal diyorsun
Unut gitsin
Çoktandır
Öz geçmişimi üvey bir gelecekle değiştirmek istiyorum

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Rainballs

-Şuh şamanı ilk ziyaretim sırasında, şahadet parmağımı yüzüme sallayıp,

“ Bu kadını yalancı çıkaracak bütün dünya dillerini himayeme alıyorum”
dediğin anda bir şeylerin ters gittiğini anlamalıydım.
Belki bir tekzip bekledim, ya da yanlış anlaşıldığına hükmettiğin bir düzeltme metni. -

...

Gecenin bir yarısı taze basılmış bütün gazeteleri toplayıp İskender’in mezarlığında yaktım.
Hepsi aynı yangın haberini veriyordu.
Benden kanamadan bir kılıç doğurmam bekleniyordu.
Ortalama bir paragraf boynumun bitiminden başlarken
boyum hiç bir uzun cümleye yetişemiyordu.

..

Ayakta kalmaktan yorulduğum an, hayatımın kahramanı bir sandalyeyken,
Su toplamış ayaklarımla ateş püskürten adımlar atıyordum.
Belki Tanrı gebermenin değişik şekillerini üzerimde deneyip
kitlelere pazarlamak istiyordu.
İçimden tüymek, içimden caymak, içimden koşmak istiyordum.
Bütün yokuşlar tanrıya çıkıyordu, Tanrı ise yokuşa.

..

Şuh şamanı ikinci ziyaretimde
Öyle fazla da korkmadım
Bir tüfeği emzireyim diye dayayıp sol mememe,
Kan sızdırmadan süt gönderdim açıkmış mermiye

Hem bizim mahallede evlerin içindeydi ziller
Kimse kapıyı çalmadan, dışarıya çıkmazdı.
Misafirliğimiz dağların çivili yamaçlarında, arpa boyu sokaklarda, tüy taşıyan ağır vagonlarda devam ederken
Hiç kimse yatıya kalmazdı
Terzinin elinde terazi, kasabın elinde iplik
Kaos bizim mahalleden.



İçimi yatay kesen Diyojen’ i fıçısından kovduğum an, bütün filozofların çarşafları ayaklarına dolandığında,
Minare, tiner ve madde tesirindeki imam
Tecavüze uğramış bütün çocukları inanca davet ederken
Süngüsü düşmüş bir askerin arkasına sığınıp bakıyordum dünyaya

Tüylü kasıklarımda sürek avına çıkmış bir adamın, bastığı mayından özür diliyordum
– daha çok gençti-



Şuh şamana bakmadan dişliyordum

Hem benim

En sevdiğim meyveydi yılan
Öyle her sepetten çıkmayan.

20 Temmuz 2010 Salı

Parça Tesirli

Önce

Tanrı’ nın en hayırlı evladı olmak için bütün kardeşlerini saf dışı bırakan Mekkeli bir tacire
satarken
bir yaş daha büyüme ihtimalini

Biraz utanır gibi yapıp
Hatta hafifçe kızarıp
Dua’ ya amin derken
Kıkırdayıp

Sonra

İnkar ederken içindeki kurtları
Kavalını canın gibi korurken yem ettiğin kuzuların postundan
Yepyeni yaralı bir hayvan yaratmanın gayretiyle
Kasap bir peygamberin elinde
Okunmuş bir bıçak
Kestirip atarken her şeyi.

Çok sonra

Kalk gidelim dedin
Acele et gidelim
Sigaramın mühleti dolmadı daha
Tütünü içine alıp duman peydahlayan dudaklarıma

Bakıp ekledim
“ Babama yetişmeliyim evet.
Hem hangi kız çocuğu
istemez ki bunu”



Çok sonra

Şehrin en adi torbacısının torbasında iki silik zar kadar zararlı
Aynı anda düşeş gelmenin hayalini kurarken
Yüzüne gazete serilmiş yosma kurcalıyor
Parça tesirli gözlerimi
Manşetten inmeyen iki isim
Kendi kendini batıran
Bir patron kadar kararlı

Çok sonra

Hadi deyince sen
Duvar ceplerinden
aşılmamışlıkları aşıralım
Aç şemsiyeni ıslanalım

Cevabım çoktan hazırdı

Sanırım

Tac mahal’ de tecavüzden içeri atılan bir aşık
Kabil’ e yüz süren bir keş kadar vefalıyız

Birbirimize karşı

10 Temmuz 2010 Cumartesi

El Yazısı

Ellerim geride

Ellerim geride ve tokat madeni avucumla seslendirilmiş yanaklarım
Tende pişkin bir beste
Onun üzerinde iyi duran bir bakış,
Saldırıya hazır bir kirpik –ucunda idamlık yaş
Kendi ağzına kusan acemi bir ayyaş
Ellerim
Onun ellerinde
Durmuş bir saatle çok geç kaldın diyor
Misafir odasında erken yaşlanmış bir çocukken
Kuş vuruyor
Tanrının unuttuğu pencerelerde



Çoğaltmamı diliyor ellerimi,
Koşup kavrayamadığım tek bir yer kalmasın istiyor
Tepeden tırnağanın maharetinde ellerimin kafesi
Çok geç fark ettiğimde parmaklarını es geçtiğimi
Şık bir gülüşle kızıyor, nasipleniyorum ilahi adaletinden
İçeri tıkılıyor
Çıkamıyor ellerim, eldivenin nezaretinden
Cezamız
Müebbet bir dokunulmazlık



Ellerim onun gerisinde
Taş attığı paslı tenekeler uydurma bir kuyu
Aydınlık bir dünya geçirse de üzerine teni kopkoyu
Kum içini gösterir mi dediği vakit
Kulağına cam üfleniyor
Kerameti, atlanmış sayfada hayati bir sır
Herkesin anlamasını sağlayacak tek bir asır
İteklese bir saniye gitmiyor



Sabaha karşı sevişmeye tövbe etmek gibi bir tavernada
Ellerimi medenice sıkıyor
Anlıyorum önceden plânlı
Dışı nezaket içi işkence
Bu mahcup veda

6 Haziran 2010 Pazar

Mevsim Güzellemesi

Tercihen ayaklarımın değdiği ceset küllerine bulanmış bu tempolu yürüyüşte
Hakkı yenmiş bir bastona dönüşürken
Kadehimi kolerası sulandırılmış sağlıklı günlerimize kaldırıyorum
Ve bana dayanmana izin veriyorum
Kafiyesi dudağımda uçuk bir öpücükle şımarırken

Göğün ırzına geçiyor
Kanatlarında sessiz yıldırımlarıyla kırlangıçlar
Elektrik yüklü tüylerle çarpılması gereken kadınlar

Ne çok ucuz roman sığdırdık
Bu yarım ekmek arası hikayeye
Cevizden bir kapı yonttun
Evvel zaman içinde
Bilirim bir vakit
Kırık bir şemsiyeye denk gelen yağmur damlasıydım içine çektiğin
İçindeki çölün yatışmasını beklediğin
Kapıyı kapattım giderken dedim–üşümeyesin-

Bilirim
Kabusumun iyi eğitilmemiş atları hala boynunun çukurunda
Dört nalanın şahı şah damarında
Yüzlerce at üzerinden geçmiş gibi uyandığında bir sabah
Kırılan bileğime rağmen vurulmadım

LaleIi’ den ısmarlama bir melek
Sarı saçlarından atmık kokusunu bastırıp, peygamberden aşırma bir tebessümün tekrarıyla
Çocuk dilinde bir oyunu tekerleyerek
Acıyan bir şey bulup getirmenin merakıyla
Laleli’den ısmarlama bir melek
Kıllanan kasığıyla ağdalı cümlelere tav bir yosma
Akıllanan kalbi şişman bir çelik kasa
Çünkü nasıl bir şey biliyordu
Yosmalığı yangınları galeyana getiren bir bardak su
Laleli , yosma ve biz
Ancak açık havada sergilenebilecek sanatı taşkın bir eskiz
Şu anda sessiz bir şehir tuttum aklımdan
Saraylıların dekorunu mahvettiği bir barakadan
Teybe bir bismillah koydum her işin başı Allah
İnatçı bir akrep düştü dilime -zehre yatkın bir tamah-
Yol su elektrik – geri kalanlar eksik-
Sessiz bir şehir, curcunası melankolik
Mumdan evler yedi aydınlıkla karnını doyuran karanlık dev
Mum ışığında tamamlanan yarısı yenmiş bir ödev
Öğretmenin canını üflediği
Matbaası kandan bir kafa
Beş yıldızlı pek iyi
Sınıfını geçemeyen bir pansiyonda
Kenarı üşüyüp kıvrılmış bir ansiklopedi
Bildiğimiz her şeyi bize o mu öğretti?
Öğretmen dedi:
Duvarın içinde definedir kapı
Açtığında kapağı
İçine girip dört döndüğümüz maun sandık
Biz orayı
Dışarı sandık

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Tek

Elbiselere demirli ayıpların tatbik edildiği o kadın, doğurduğum yaşlı kız.

Eski ayaklarımı altına yamadım
Emeklemek uzun vadeli bir yürüyüş,
Tökezlemek rugan bir ritimdir kızım.

Sırasını savan bir şarkısın
Ah kızım
İnsancıl öpücüğünle bir hayvanı komaya sokmanın neresi iyi?
Babanı emzirir gibi.

Gör kızım
Altın tasmalarla dünyaya tutturulmuş taze bir köpeksin.
Havlamaların, engizisyonda yedi dilde insan

Etine dolgun bir tatsın ağızda,
Sahra’ da kayıp bir tükürük
Kemerini süsleyen kafa derine işlediğin taze özgürlük
Ondan deliğine hücum eden kurban sürüsü
Kızım ondan
Sunağa uzanmış gibiyken sırt üstü
Kasıklarının taşıyamadığı insan avında boğulman.

..

Bırak kızım,
Çocukluğunu biriktirme.
Geçiyor büyüyünce.

28 Mayıs 2010 Cuma

Ses ve Deneme

Daktilo tuşlarından edindiğim dişlerle, adını kendime kemirdiğim kağıt adamların sayfalarını çeviriyorum.
F harfine basmışlığım var on bir yaşında.
Bir boşluk
Bir kelime
Parmaklar yetişemiyor
Anlatılacaklar zincirleme

Çirkinim,
Kayıtlara geçmiyor güzelliğim
Hitchcock’ un midesinde uçuşan bıçaklarla alınmış bir duşun en berbat sahnesinde
Kanım soya çekiliyor.
Annemi ürkütmeden rahmine yamanmanın telaşıyla çekmecede istifleniyor doğum belgelerim.

..

Sizler her an renk değiştirebilecek balonlarsınız
Suratlarınıza patlattığım her kahkahada hava kaçırıyorum
Ve sanırım düşüşüm bundan.

..

Papa’ nın burnunu sildiği bir Roma var
Korolarda melodisiz tahammül edilemeyen dualar
Bodrum katlarında dinsizliği seçiyorum
Açık hava inancımı pekiştiriyor
Üç Kulhu bir Elham aperatif
Yalnızca dudaklarımı ıslatmaya yetiyor.

..

Koltuk altlarıma sakladığım kanyonlarıma kızıyor kıyım-ın ucundaki adam
Kendime paraşütle atlıyorum
Kadınlığımın asit kuyusuna
Bu biraz da kimya sıkıntısı -aşırı doz sahtekarlıktan ölebilirim.-
Dibini sıyırdığım bir yüzle bakakalıyor kıyımda duran
Zokanın midesinde can çekişen bir balığın gözlerini ödünç alıp
Suya atlıyor
-Paraşütsüz.-

Şehre kurtlar iniyor,
Ben dağa çıkıyorum
Daktilo tuşlarından edindiğim dişlerimi sıkıyorum

Çiviye saplı Jesus
Çarmıha konan sinek
Güneye bakan havariler
Aşkına

Artık uslu bir kız ol.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Ayyaş ve Cillop

Kerametini akıtmasını beklediğim karayellerin içini dışına çevirdiğimde, ellerime doluşan siyah karları avuç avuç yediğimi bilirim,

Dişlerimin arasına sıkışan karanlıkların itlafına yetişemeden,
Yutkunurum geceden.

Yutkunmak -bir mevsimi yutmak-,
Safra kesiği midede posası çıkarılan yeni zamanlara tutunmak
Son derece realist bir kadının yapabileceği en sanrılı otostoptur.

Adab-ı muaşeret kanunları, sıçar gibiysen acıyı, işlemez.

Gece tuzları baskındır gırtlakta,
Yandakinin ter çeşmesine uzanan damağın kuru gölünde –aslında çölünde-
kafayı çeken bir bedevi inlemesi, siner sahibinin sesine
İnleyen çöl adamının esir sesi, katre katre sızar izbe nefesine

Susuzluk bir sanatsa, ağza dolan, tere bulanan o fırça darbeleri, tamamen saç tutamlarının marifetidir.

Gitmeler –gelirken daha- ayak tabanlarına yerleşir.



Dahası gökyüzü,
yüzyıllar önce gündüze yetişmekten vazgeçmiş,
Rotasını geceye çevirmiştir.

Bulutlar güneşi perdeleyerek eprimiştir.

25 Mayıs 2010 Salı

Bir Zaman

Bir zaman

Yerlilerin ellerinden su içtim, beyaz bir kangrene bakar gibiydi büyük şef,
Rengini belli etmeyen cepler diktiler gevşek baldırıma
Sıkıştı günler yırtıldı gençliğim
Kayboldu sekizinci dilim birikmiş kuşlar uçuştuğunda
Benim ağzım yok dedim
Sustu büyük şef

Bir zaman

Ayak üzeri flaşlarla vesikamı tavlayan
Fırsatçı bir fotoğraf makinesine gülümsedim
Dölüm kış fırtınasıydı
Karnımın muhafazasında kar yanaklı bir oğlan

Bir zaman

Sulandırılmış bir cesetti ağır uyku
Saçlarıma takılan kısrağın sağrısında terli bir turuncu
Oysa yastık arasıydı başım
Yenmeye hazırdı



Bir zaman

Kuduzundan bir köpek sevdim
Sudan korkar oldu gözlerim

23 Mayıs 2010 Pazar

Random

Ebabile bilet kesen göğün kör tacirinden arak bir kanatla tünüyorum
Çehremin hava sahasında kuş sürüleri

Tüyle yazılmış bir kelime kadar ağırım
Yeryüzünü ayaklarıyla tutan bir masa kadar kahraman.

Sanmıyorum ki
Okunayım yedi dilden
Söküp at beni dört incilden

Aynalı avuçlarımla ovuşturduğum gözlerimde silik bir parodi
Aklımı bölen zorlu bir nehir
Kartpostalların canını çıkaran manzaraları, kağıda sığdırma telaşıyla

Yanık biriktiriyorum
Güneş gören yerlerimden
Omzumda zorlu bir kış
Son perdeye yetişememiş bir alkış

Sanmıyorum ki boğulayım
Çözüp al beni
Boynumun ipinden.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

İd -Son-

Sonunda soğuğa kaptırılmış parmaklarla gösterdiği iklim terörü,
kıştan olma, bahardan doğma ortalama bir yaz
En soğuğu da serçe parmağım diyor,
Kuşun başı ağzında, kar emiyor
Gündüz uzatmalarına oynuyor,
akşamüzeri girdiği tüm iddialar kaybedilmiş

..

Marakeş’ te bir soytarı
Büyükbabasının atmığı
Teybe kaydedilmiş bir yara bandından şifalı şarkılar kapma telaşıyla
En heyecanlı yerinde kendini geriye sarıyor
Rengi tokatlanmış deri ceketi Ademin kollarından arakladığı Havva’ nın omuzlarında
Adına sonbahar dediği şey
Kasık kokulu yaprağın düşüşü
Mart’ta ısmarlanıp, Temmuz’ da peydahlanıyor
Yaprak trafiğinin yoğun olduğu bir Kasım günü doğuyor
Barbar bir Moskof çıplak başı,
Koşarak dolduruyor saygıdeğer kumaşı

Tanrı’ nın bir gözü kapalı miğferi eğrilmiş,
Tanrı’ nın eli, bacaklarının arasına inşa ettiği kara köprülerde bir fiske
Kaşıklanmış bir kalple saldırdığı ziyafetin çirkefinde
Yeşil bir elma kurduyken dili
Emdiği On sekizinci Adem’in de kanı meyveli

En mutlu pencereyi seçen kurnaz bir manzarayla kardeş
Henüz basılmış hüviyetiyle üvey.



Hey
Teklifim hala geçerli
O güzelim boy aynanı küçültüp
Kalçalarıma yamayabilirim
Arkamdan gelir misin?

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Usta Beni Öldürsene

Gel gör ki kıyama duran topal köpeklerin dualarına bir amin havlaması dilimin kıvrımında,
Orada, ahşap dokunuşlarla
Gözünü gözüme çak usta

Peluştan kurt kapanlarına saplı ayak bileklerinden öpsün zebaniler
Öpücük yanığı dudak izleri isli et kokusuyla taçlansın

İhtimal, neticeyi örten yorgansa usta
Doğum lekemden de rahatlıkla görebilirsin
Burç yerlerim kanıyor
Kanım, ilikten iliğe geçişin tazyikinde şık
Kahretsin usta
Ağzımda çocukluğumdan kalma o tahta kaşık
Çenem kaşık mezarı değil be
çenem kaşık mezarı değil

Sana yeteri kadar ikindi uykusu hediye ediyorum, bilirim miskinsin paketi açmaya
Bırak usta tavaf etmeyi dön kendi etrafında

-Kent çapağını silmeden yola düşeceğim de-
Ondan önce
Seni küçük kerhaneci bu nası bi yalnızlık?

Bol piçli bi kış gibi
Elbette görüyor ve arttırıyorum
Burukluk ücrete tabi

-

Yalan yosma kıvrığı saç telleriydi boğaza takılarak yutulan
Bronz bir ay ışığı duşunda durulma hevesi ki o aydı tutulan

Hey usta
Bana bir oyun öğret ki
Seninle kolayca oynayabileyim

Oyalanabileyim bir tam iş gününde
Karşı kanepeyle aramda asma köprülerde.

14 Mayıs 2010 Cuma

Madem

Madem
Kemirgen rüzgarlara dönük bir gövdeyle sağlam duruşlarımı harcıyorken
Şehrin cenabet terasında
Tenhamı ısıran Kafkas hava akımına kapılıyorum
Gün görmemiş yerlerime kar yağıyor

Gemiye vuruyor kıyı
Batmanın mazereti bir delikken

Madem
Ki buyum ben
Kendi yelesine kükreyen
Büründüğüm kürkmüş korku
Ölmemiş kurda yuvalanan hastalıklı bir kuzu

..

Annemi şimdi büyütesim geliyor olmamış dizimde
Kızıyım,
Hazır bu da bir mazeretken
..

Madem
Ki endişe
Yüzümü enine bölen meridyen
Dudaklarımın ekvatorunda öpücüğe açılmamış ormanlar
Konyakla yıkanmış veremlerin doldurduğu mayası tutmamış ciğerimle
Mahşer içiyorum
Öksürüğüme tav oluyor tüm kasırgalar.

Soğuk

Yıkanmış bir mideyle tertemiz lokmaları peşkeş çekiyorken yüce bağırsaklarına
Öpemediğin dudakların toplamı bir vantuz
Giremediğin deliklerin toplamı bir kara delik
Açılan bacaklara soktuğun posası çıkmış kafa derinde şeffaf bir dövme komedisi
Mor gözlerle dilediğin şefkatin ta kendisi,
Fermuarın ana rahminden fırlayan çükünün atmığıyla sulanmış

Kelimelerin gereksiz kıvrımlarına takılmış
Gariban vajinaların kurutulduğu bir kara yolu yılanıyla girişilen güreşte
Şair köpekse
Şiir ökse

Hangisine inanmalı?
Şiire mi?
Gündelik cümlelere mi?
Ben hiç birine inanmıyorum
Tanrım bu kez yeterince iyi olmadı biliyorum.
Yazmaktan öte bu
Camı kırıp fırlamak
Yangın tatbikatının tam ortasında
Tanrım bu kez yeterince soğuk biliyorum
Ortada ne bir yangın var
Ne de bir kıvılcım

2 Mayıs 2010 Pazar

Ayıp Ettin Katedral

Kavurucu bir yaz lisanı geliştiriyorum herhangi bir iblisle herhangi bir yolda karşılaşma ihtimalini düşünerek
Bakır tenlere altın salyalar sürüyorum, boğazımın tuzunda yılgın madenciler

.

Beni tanısa zalim senaristler repliklerde bir tutam koyu saç kesiği
Aklımın mermerlerinde -yepyeni hatalara meyilli- taşralı bir bit yeniği

Beyhude yırtıldı dudaklarım
Beyhude arzu yırtığı dudaklarda aranan özenli etler

Sanki göğü ters çevirmişler
Sanki mağaralara fazla bu centilmenler

..

Geceleri kimlerle buluştuysan
Kimlerle buluştuğunu düşündüysen geceleri
O geceleri birbirine köprüleyen gündüzlerde
Ben daha bi sinematografik
Senaristler daha bir zalim

Suratımın loş paravanında
Her gün eksiliyor eksikliğim



Bilinen tüm bahçeleri birleştir -bir cennet arazisi- kadraja sığmayacak bir sonsuzluk elbisesi
Şeytandan vahiy bekleyen sahte bir peygamberin gelecek vadeden havariyle karışık sesi
Yasak kitaplara yapılan yasal göndermelerde parmaklarımla takip ettiğim
Ayna yalayarak gerçekleştirilen o kişisel mastürbasyonun izleri

….

Istaka sesleriyle uyudum
-Uyku kokuyorsun be güzelim-
Uyku kokuyormuşum

Ben Tanrı’dan da korkuyormuşum

Doğru

Çarmıha gerilmiş herkes İsa değildir

26 Nisan 2010 Pazartesi

Son Kullanma Tarihi Geçmiş Zaman

Vurdumduymaz olamıyorum. Kim vursa duyuyorum.

Şeklen aranızdayım;

iki mide bulantısı arasına sıkışmış tüm siyam ikizi düşüncelerim, her biri kendilerini emzirmemi bekliyorlar. Kanım çekilmiş; beyaza dönmüş, büzüşmüş kalbim damar uçlarımda atıyor.
Karanlık bir evin bodrum katında saklanan bir çocuktan bile daha korkak görünmeye artık aldırmama evresine giriyorum.

Tüm sözlüklerin tüm kitapların tüm sayfaların silkelenmesiyle oluşacak devasa, coşkun kelime şelalesinde uzun uzun duş almam gerekiyor. Ezberlerimden kurtulmam, bendeki diğerlerini ezmem, toz yapıp havaya savurmam, öğrendiğim her prematüre klişeyi diri diri yakmam..
Bütün bunları düzenli bir sırada yapmam gerekiyor.

Aslında akşamdan kalma bir makinistin geç kalışını izleyen, yaşlı bir trenin raylarda çıkardığı sitemkar gıcırtı ne ise bu zırlayış da o demek.

Farkındayım.

Artık anı yaşamak için söz veremem biliyorum.
Karyolanın başı hep uzak geçmişte…
Uzandığımda gözlerime düşen ışık geçmişin siyah beyaz aksi.
Bu yüzden eski evlere tapınmam. Sarmaşıkların sarıldığı kararmış, çürümüş ahşap duvarlara aşık olmam.
Yorganıma göre uzattığım ayaklarım geleceğin soğuk duvarına değmesi, ileri doğru atılmış her adımda ökçeme çakılmış o soğuk çivilerin sonlanmadan batmaya devam etmesi, tüm bu gelecek sanrıları, kum saatine çöreklenmiş engerekler.

Sonrayla öncenin mahalle kavgasına denk gelmeden yürüyüp gitmeyi öğrenemedim hala.
Ve evet hala ağzımın suyu akarak izlediğim filmleri tekrar izliyorum, ağzımın suyu akarak okuduğum kitapları tekrar okuyorum. Eski ,nadide, köstekli bir saati, dijital bir orospuya yeğliyorum.

Atlı şövalyelerin gökdelenleri ezip geçmesini izlemek, devasa atların vahşi rüzgarında dağılan saçlarımın içinden, tüm geçmiş hayallerin uçuşup atmosfere sinmesini seyretmek, savaşmadan barışabilmek…

Biliyorum
Her biri fazla istek.

Yine de aklımın almadığı, dünyanın çıplak omuzlarından aşağı uzanan saçlarına tırmanan o zavallılar..
Ah o zavallılar! Ne cesaret düşen her saç telini diğer zavallıları boğmak için kullanırlar.?
Simsiyah bir saç yığının ortasında ölü insancıklar, bir saç tarayışının yıl dönümünden arta kalanlar.


Bu, yaşadığını iliklerine kadar hisseden, kabarık eteklerini denize dökmüş, yüzyıl önce yaşamış o kadından gelen eski bir sesti.

Ve işte öylesine esti…

22 Nisan 2010 Perşembe

Çiğ

Çarçabuk bir ayine benzetildik firavun kavruğu muhteşem ayazlarda
Nihayet uçurumlarında dans
Nihayet uçurumlarında tango intiharları
Ellerini dolduruyor sanki yüzüm
Yetmediğim yerlerde sembolik portreler
Film şeritleri üzerine arttırılan bahisler

Hala
İnatla
diri omuz avında yük

..

Şehirden kastım
Yeni senfoniler yaratmaktaki hüneri oda orkestralarına sığdırılmış
Gizlendikçe parlayan dişi kambur

Şehirden kastım
Dile kolayca yapışan duaların, çekince acıtan temennilerin,
Deriye, kemiğe, yörüngeye işleyen eşiklerin,
Gömleği dolduran gövdelerin
Namlu gören manzaraları

Hey
Susuşumdan kastım
Sese acıkmış dünkü çocukların kulağımı emzirmesi
Punk, kainat ve aile saadeti
Zaman son derece dakik
Maden dağın kanseri ve benimle aynı yastığa baş koyan Medusa

..

Kapı gıcırtısı çiğ ışığı aratmıyor
Çiğ ışık, eti emziren kabuğu.
Nedir bastığımızda taşıran suyu
Nedir bu
Kürke saplı kadın -kadında anlam bulmuş hayvan-

Ben yıllarla öpüştüm -ağzımda bulunan arkeolojik tükürükler de-
Gel gelelim
Vaat edilmiş hiçbir şerbete değmiyor dil
Islak kıvrığı katrana buluyor kandil

..

Tüm olanlardan kastım

Çarçabuk bir ayine benzetildik
Aşırıya kaçan bir sadelik
Ten saydam
Ten tertemiz
Koltuk altı terinde ıslah edilmiş kısrakların koşturmalarına
Titreme diyorduk biz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Uyku Güzelliği

Bıraktım sığınmacı kokuları uykumun da güzelliği buradan
Uykum var dedim korkmadım
Uyurken olacaklardan
Hafızama sızmış ölçekli ülke sınırları
Ve artık asfalt pek manidar -yürümek yapışkanmış yola-
İndirgendik localı apartman kapılarında
Kemikli kışlalarda genç ölmenin vardiyası
Az ötem Meksika
Bakışlarım kaçamak
Kasığın çukurlarına dolmuş ettiğim iman

Yıllar geçti çocuk kaldı başım
Satamıyorum kanımdaki partizan zehri
Döl yataklarına sürülen savaş boyalarında tutulmaların şahane ritmi
Kavganın allahını patlatıyorum mecbur bırakıyorum o tafralı eti
Beyaz bayraklar çekilmiş tırnaklarımla kazıdığım deriden akan panayırlarda
Omuzlarımızda belirgin gün doğumları
Ve –inceden- genelev duvarlarına sinmiş kocakarı duaları

..

Neticede güzeldi uykum gibi
Güzden eskitme bu kış
Neticede bilirim beyhude
Üşüten fırtınalara bu karşı çıkış

17 Nisan 2010 Cumartesi

Gölgesiz Hayvanlar ve Entrikalar

Hoşça kal namlu dedim yüz üstü bıraktığımız kaçıncı imparatorluk bu
Hadi sıçradığımız yatakları geç -köprüleri de-
Körpe ağızlar budadık başımızı koyduğumuz dizlerin hamallığında

Allaha çıkan kitaplar ısırıyor dilimizi kurt kapanlarıyla gerçekleştirdiğimiz o fransız öpücüklerinde
Hayvanlar akıyor damarlarımızdan
Kesiklerimizde biriken sürüler dolduruyor et meydanlarını

- Bize yanlış oğullar doğurmuş annelerle gelmeyin
Gelseniz de içerde yok deyin-

Kibar çerçevelere sığdırılmış cinayet fotoğraflarına
Numaradan çentikler atıyoruz
Bütün fotoğrafları yakmaktansa
Deklanşöre basan parmağı kızartıyoruz

Okunaklı yüzler arıyoruz gişe önlerinde

Ne zamanmış arkadaş kum zehre yetmiyor
Irzına geçilmiş denizlerde piç oldu boğulmalar
Günümüz vahiy beklemekle geçiyor
Altı yaşın ağırlığı çöküyor -ne fena- otuzluk taburelerde

Merak giydirilmiş bir ciltle sesleniyoruz süsü çürüyen elbiselere
İnanmak zoraki, adanmak seçenek diyoruz
İnanmadan adanmayı seçiyoruz

..

Dur ya da tükürdüğümüz onca rüzgar
Küfrün bereketini çekip alıyor gölge emen tarladan
Dur ya da
Piçe gebe bir Müslüman
Mumu söndüren O Süryani
Gibi
Dergahta fingirdiyor iki günahın vebali.

Amin

Merakımı mazur gör Tanrım,

Yemişim özet görüntüleri, filmin tamamını kutsayıp omuzlarımda piç edişimin yirmi sekizinci seney-i devriyesindeyim
Işıklar fora, perdelerini bana bağışla.

Tanrım bağışla.

Lanetlenmiş camlarda kıl payı kaçırılmış tutamlarımla, dibe vuruyorum korktuğum gibi,
İrtifa camdan süzülmekmiş
Tanrım kafam güzel,
Yerin altı dediğin şişenin dibiymiş.
ve evet
Burada bulanık her yer
Burnumda o şişe dibi gözlükler.

Tanrım

Senin kırılan tırnağının acısı, bir dağı kanırtmakmış
Vahiy beklemiyorum artık
Boynumu kurcaladığımda dökülenler yutkunamadıklarım,
Bu köprü bana anavatan, geçip gidemeyişlerin vatandaşı cahil ayaklarım

Uzak ve doğu her şey Tanrım

Bir paragrafın tam kalbiyken
Can alıcı satırlarda bozuk bağırsaklarla biten kötü bir son
Burnumu gömemiyorum artık kitaplara.

Tanrım
Ulu- Ortasın

Rayın ırzına geçen trenlerin namuslu yolcularını kandırıyor kulağıma üflediğin sabahlar,
Ve sabah ağzın salyası olup akıyor
Alkole yatırdığı bacaklarını ne de kıvrak aralıyor yarattığın kadınlar
Sarhoşluğun kara deliğine açılan vahşi bir kapı gibi.

Merakımı bağışla Tanrım

Silah fabrikasında eceliyle ölen işçi
Doğuyu dişleriyle öğüten batıl değirmenci
Annesizliğiyle barışık yetim
Nice baş eskiten dizleri yontulmuş nine

Nasıl bir kontenjan sıralamasıyla
Yanında?

İlahi Tanrım

Duy beni
Pegasusa kement atmayı öğrettiğin gibi
Edebimle uçmak istiyorum

13 Nisan 2010 Salı

Albatros

Verebileceğim en sıradan cevap, deha kasesinin dibini parmağımla sıyırmak olmalı.
Buna karar verdirecek sorular bekliyorum.
Üşümek için yer gösterici karlar istiyorum
Çürüğü en fazla bahar olabilecek bir iklim.
Saygıyla eğilmekten çok, keyifle domalmanın gerçeğini parantezine almış küçük dünyama
Küçük dünyama, yuvarlak hatlarıma ve geometrik sırıtışlarıma,
Majör bir ahmaklıkla susarak karşılık verilmesin.
İstiyorum ki
Huzurumun çukurunu doldur.
Görüyorum ki
Bir ayağın sarhoş ve hala çukurda.
..

Penisini ağlamak için kullanan sakalı bit yeniği -hayatımın kahramanı-
Seni çıplağına yaraşır bir savaşla ayartıyorum
Tırnaklarıma kalaşnikoflarla sürdüğüm haki renk ojelerin kuruması
Bir darbe zamanı alıyor
İstiyorum ki,
Sakalın ve tenin birleşiminde çükünü sımsıkı tutan erkekliğimi
Rahmin hava sahasına karargah kuran dişiliğimi
Çapkın bir gülümseyeme sığdırmayı başarabileyim.
..

Mürekkebi tükenmiş bir Tanrı’nın sözcülüğüne soyunmanın tarifsiz kekemeliğiyle sözüm tükensin
Dilime saplı bir şirk
Dilime saplı kutsal bir: Her şey yolunda-
Dilime saplı aciz bir: Ama doğru değil bunlar-
Basamağı sözlük, cennetin dayanılmaz merdiveninden edindiğim
Kafa üstü düşmenin tecrübesi
Büyülü bir cehennem tercümesi

Seni çıplaklığına yaraşır şekilde ayartıyorum
İstiyorum ki
Amazon bir başla kıvrılmışken kasıklarındaki tam tam dansına
İhtilal bombalarını
Gözlerime tıka
Ta ki
Tapınmadan sarsılıncaya dek.

Akrilik Adımlar ve Gerisi Geliyor Sonra

Teneşirde bir akşam yemeğinde rastladım size. Kalibresi dolu bir kafatasınız vardı –uzaktan seçebildiğim kadarıyla- her an patlamaya hazırdı.

Bir tahta merdiven gıcırtısı çıkardı ellerimin bilekleri, saçlarımdan bir tutam uzattım.

Yağma o zaman başladı.

-Bir insanı günün başında düşünmeye başlayınca düğüm atılmaya başlar. Bir insanı düşünerek gün sonlanıyorsa, o düğüm sonlanmaz.- karşılığını alınca o an bir replik düşünmeliydim.
-Tamam-
dedim salakça.
Bir tamam ne kadar salakça söylenebiliyorsa en az o denli bi salaklıkla. Kafamı toparlayamıyordum;
Evlerin çatıları çatırdıyor, iskeletlere iliştirilmiş et parçalarının kıpırtısı, sığ horultular, zarların yırtılışı; şehrin gürültü senfonisinde sizi duymaya çalışıyorum bayım.
Teneşirde bir akşam yemeği, hatta belki bir cumartesi gecesi partisi.
Balkonda sigaranızla sevişmenizi izliyorum bayım. Küller bir orgazm ormanında uçuşuyor, küller sizin umurunuzda değil, belki umurunuzda olabilecek, oksijenli bir pencere.
Havadar bir balkonda vakit geçirirken, bir pencereyi hayal etmek ne komik değil mi?
-Ezber bozanlardan daha kötüleri varsa onlar da rüya bozanlardır.-
diye sesleniyorum size, başınızı çevirmiyorsunuz bayım. Bir an içim burkuluyor, cevapsız kalmaktan ziyade, derdim, yüzünüzü görememek. Kim bilir ben o cümleyi sırf yüzünüzü görebileyim diye kurdum.
Görünmez uçurtmalar uçuruyorum hava sahanıza. Bir noktadan sonra kristal parçalar halinde dağılıyorlar. Bu parçalanmayı sigara dumanınızla ilişkilendiriyorum. Kendimle değil!

Teneşirde bir akşam yemeğinde rastladım dedim ya rastlantılardan hiç hoşlanmam, teneşirlerden, akşam yemeklerinden bir de rastlantısız yaşamaktan hoşlanırım.

İki anın arasına sıkışmış bir anda seslendiniz.
Kulağıma sokulan soğuk bir çiviydi sesiniz.
-Buradayım- dediniz.
Orada olduğunuzu görmeme rağmen, sesiniz çiviydi ve size ait olduğunun ayrımına varamadan cümleniz sona erdi.
Şansım sigaranız bitinceye dek sürecekti, belki o sigara bitiminde bu saçma sapan akşam yemeğini terk edecektiniz.
Direncimin kırıldığını hissediyordum bayım, direncimi kırdığınızı hissediyordum.
Uyurken bile kızıyordum kendime, kendimin canını çıkarıyordum uykumdan uyanırken. Kendine kızan biri başkasına nasıl öfkelenebilir sizce?
Öfkelenemiyorum size.

“ Daha yeni başlıyordum: Susmaktan önce…
Sonra direncini kaybeden bulutun yağmaya başlaması gibiydi her şey. Ve sonra toprak kokusu. “

Bir yetimin, verilen ele uzanması gibi tutuk sesleniyorum size:

-Bayım?-

Ama siz o değilsiniz bayım.

İd

Uzun saçlarında dinlendirilmiş taraklarla düzeltiyor görüş alanını,
burnundan arakladığı kokular, Babil’ in asma bahçelerinde kaçak bir kat.

Yürümek onun için yola vefa.
Yolun başına veda.
..

Aletini bacak arasındaki zenci çelik kasaya ihtişamla yerleştiriyor,
Anglosakson inliyor,
Üzerine tellendirdiği Teksas sigarasının bitimi termal bir mağara.
Biliyor
Tavana asılı bütün yarasalar melez.

..

Siklus, emdiği hiçbir çilek mevsimine benzemiyor.
Kan tutar onu farkında,
Kan tutar onu bırakmaz.
Periyodik cenaze merasimlerinde, ameliyathane emanet edilmiş imam kadar sarsak.
Külotuna daldırdığı ellerini vahşi arı sürüleri sokuyor.
Dudaklarında bir parmak bal.

..

Koyu siyah onda bir ten.
Sırılsıklam bir rayın kavisinde silah dolu bir tren
Herhangi bir çölü aşacak yakıtı duble bir viski kadehi
Siyahtan çöl rengine dönen tende
Ağırlık trenin geçtiği yerde.

..

Etçil çiçeklere ellerini daldıran bir bahçıvan kadar kahraman.
Korkmuyor
Korkunun abdest alınarak işlenmiş bir günah olduğunu biliyor.

Cennetten kovulmuyor,
O cenneti kovuyor.
Boynunda güneşten bir giyotin
Kanı etrafa saçılan billur yıldızlar
Gözlerime arsızca kaçıyorlar
İstiyorum ki
Işıldasınlar
Biraz daha ışıldasınlar.