27 Aralık 2011 Salı

Ne o..O ne

Mısır çarşısının sapağından ilerleyip sonsuz mutluluğu mumlara hapsettiğini ilan eden adamı gördüğünüz zaman bu paragrafı da ziyaret etmiş olacaksınız.
Baharat çuvallarının ortasında aniden fırlayan yaşlı zombinin elini fark ettiğiniz anda da ilk cümle bitmiş olacak.
Tüm bunlar olurken güneş baba farlarını Afroditin kalçalarına çevirecek ve ışığını kaybetmiş bütün faniler müzik kutusuna birer çeyreklik atıp dünyayı kaplayan parmak izlerine eşlik edecekler..
herkes çocukluğuna iniyor şimdi, burası boy.

..

Ben İstanbul’u herhangi bir fotoğraf stüdyosuna benzetmeden önce kahve fincanında kainatı gören bir falcı kadar deliriyorum. Az kitap okuyup çoğunu unutuyorum, kelimeleri bir meyhanede bırakıp ismini vermek istemeyen kadınların arasına karışıyorum..
ve elbette çoğu kez, kadınları diri diri gömen erkeklerse, erkekleri diri diri doğuran kadınlar oluyor.
Çünkü bütün bahçeleri kapatıyoruz en güzel çiçek için ve bütün dişi kaplama erkekleri çiçeklerle emziriyoruz.

Burası dünyanın en iyi ışık alan yeri.
burada milat, basit bir randevuya gecikme meselesi.

..

Müzik bitti. Sıradaki şarkı az önceki şarkıya gelsin.
Boku dünya literatürüne sokan Tanrı’ya şükürler olsun ki biliriz:
argoda ölüm yaşamaktır.
..

Kıçındaki pamuğu yokluyor Ceyara benzeyen adam:
“Okuma yazmayı söktüğümden beri çocuk sevmek bile koordinatlı bir şey..çoğu zaman pazartesiyle cuma yer değiştiriyor, haftanın diğer günleri insan ticareti ile ilgili masallar dinliyor, az kullanılmış bir pazarteside dünden kalan bir uykuya dalıyorum. hem bir faninin elinden daha başka ne gelir ki?

Gizlice zehirli çiçekler yetiştiriyorum yatağımın altında, bir erkek kendini korumak için daha başka ne yapabilir ki?

sonra unutuyorum kanımın rengi ne, yeşilde karar kılıp kurtlu bir ağaç olmaya karar veriyorum.“

..

İmamın sesini kısıp hayatın sesini açıyoruz:
-Ölümü ağıttan ayıklayın geriye müzik kalır.

her birimizin elinde bir tutam pamuk, repertuarında da 9.8 lik bir şarkı kalıyor.
ve herkes gizliyor bunu birbirinden.

Mısır çarşısında zaman, terledikçe küçülen bir adama benziyor.

..

İkinci paragrafın bu kısmında, az önce yıkadığı donunu sonsuz bir ipe asıp evrende kurumaya bırakan Diyojeni uyandırmamanız gerekiyor;
elbette kendini mecazen asanları, yoku suyla karıştırıp öyle içenleri, plasebo gülümseyenleri..

Plağın sesini kısmalısınız tam burada, nostalji tek ayak üzerinde geçirilen bir moladır çünkü.

ve çoğunlukla karıştırdığınız bir albümün ilk sayfasında yorgun bir insan bulursunuz. deklanşörün zamanı püskürttüğü kağıtta nemli bir yaşam belirtisi arayarak.

Çünkü terledikçe küçülen bir adam eninde sonunda yok olacaktır.
bilirsiniz.

..

Paragrafın bu kısmında,
Ceyar ölüyor,
filmin çıkarılan bir sahnesine kadınlar hapsediliyor.

ve saatlerini tarifeli bir sonsuzluğa göre ayarlayanlar için
elbette

Mısır çarşısında zaman, terledikçe küçülen bir adama benziyor.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Retro Fal

Kendini merak eden bir aynaya bakarak anlatmaya başlayabilirdim şuradan,
elimde kalanın yarısından
ama her şeyden önce hayvan boğazlanacak,
kan merakını bulacak,
fincan kırk yıl önceye kapanacak.

Retro fal..
9.8 lik bir yumruğun muadili.
Fotoğraflarda bile kırışan kadınlar tanıdım.
Cennetler gıcırdayıp çökmeden yakalım şu kandili.

..

Bugün günlerden diğer gün,
diğer günleri bulmacalardan topladım,
elimi kemiren balığı tuttum bir ömür bırakmadım.
Ömrün orta sayfasını anlat dediler, cinsiyeti olmayan bir komadan seslendiler. Anlattım, ilk bölüm heyecanlı değil
-o cenin bir gün gelip bizi düdükleyecek- zira çok da sürmeyecek.
yeterince zaman kaybedince ömrün orta yerinde cephane tükenecek

..

Sustukça ısrar ediyorlar; gece ışığı açınca nasıl gündüz oluyorsa, gündüz de ışığı kapatınca gece olsun. Kabul. Önce yangın merdivenlerini kullanarak cehenneme inmeyi öğreneceğiz. sonrası. malum.
Komanın gettosuna hapsedilirken, cümle içinde kullanılarak öldürüleceğiz.
..

Hiç birini tanımıyorum, her biri kendinden azade, her biri elbiselere emanet dünkü çocuk.
Ömrün bu yakasında hiç biriyle aynı yerdeyim her biriyle ayrı katlarda, aynı yemek masalarında .
Onlarla aynı fotoğraf karesinden firar ederken
düşkün kalplerimiz koca bir dinamitin içinde atıyor.

Retro fal.. doğru söze ne hacet.

Elimizde bundan başka cephane kalmıyor.

1 Eylül 2011 Perşembe

Esmer

Havlayan id ısırmaz esmer, güzelliğini delirmiş bir orduya pay ederken, mahalle ölümüne seferber. ölümüne kadeh kaldırıyoruz, kadehimizin zeminine çöreklenen delirmiş bir asker.
her gece kendine tekabül eden şarkılar söylüyor dinliyor musun.

Stalin’den kaçan komşularla uzun siyah saçlarına çocuklar saklıyoruz.
Vahşi sonbahar 12’den sonra kapalı, ülke genelinde rakılar havada, başkent manzaralı bir mezbahada sol yanımızı kesiyorlar.

. sonra çocuklarla pavyonlarda kovalayıp rüyalarda yakalıyoruz seni.

Uzun siyah saçlarını fazla prokovatif buldukları için kesiyorlar.
en sevdiğiniz rakam hangisidir diye soruyorlar.

hepimiz sıfıra vuruluyoruz.

.

yıldızlardan seken kurşunlar kafatasımızı sıyırıp geçerken düzelttiğin dekoltende şarap paydosu veren diktatörlere selam çakıyoruz, sen demlenirken onların suratlarına abı hayat tükürüyorsun,

unutmuyorsun ilk fondip sek.
ikinci kadeh kalbine tüneyen evsiz bir melek.
sonuncusunda zamanı karelere bölüp içine çocukluğunu sığdırıyorsun.
sarhoş değilsin yalnızca bir baş dönmesi gibi ilelebet.
çok geçmeden anlıyorsun.

savaşta ya da barışta
hepimiz sıfırdan vuruluyoruz.

12 Ağustos 2011 Cuma

Minör -Gam-

Ben vesikalığında süt durgunluğu bulabileceğiniz o yeniyetmelerden değilim, namaza durduğum nadir zamanlarda alnımda albino bir din, kulaklarınıza son çıkan ilahilerden birkaç tane fısıldayabilirim.
Geçenlerde Hiroşimayı okudum ve bu dünyadan istifa ettim.
Ben orrrospu çocuğu diye bastırdığınız o küfürdeki üç r den biriyim,
gözlerinizin seyir defterinde küçük birer ayrıntı,
noel babaya çakmağın var mı diye soran, otuzlu yaşlarını on dördünde tüketmiş babasının yutamayıp tükürdüğü çocuk.

Bir gün çok içtim ve bir cami çeşmesinde yüzümü yıkarken karşılaştığım, yağlı boyayla çalışılmış o imamın arkasında: “ Kıçından tanrı’yı göremiyorum” diyen yaşlı sahafla aynı paragrafta buluştum.
Yaşım büyüktü, kalbim küçük.
İnsanların – biz sevişiyoruz bunlar da yan ürünleri- adını verdiği çocuk parklarında Amerika’yı yeniden keşfettiğim vakit de benzer şeyleri ezberliyordum.
Sonrasında bir gazetenin ölüm ilanında dünyanın en güzel şiirine rastladığımda, içinden bir parça zaman çaldım ve bir park cezası anamın rahminden.

Ben kalbine birden çok çocuk sığdırıp birden fazla adam sığdıramayan o demode aşiftelerden biri, cennet basamağının kırık mermeriydim.

Kulaklarımda imam, kulaklarımda iman: “Esirgeyen ve bağışlayan rabbinin adıyla, bu manifestoyu da rabbinin adıyla oku.” Kalbim solumda atıyordu ve yerli yerindeydi. tamam.

..

Bir gün dedim;
kör olsam bile gördüklerim bana yetecek mi,
mavi suya kırmızı balık yerleşecek mi,
bu musluktaki susuzluk hepimize yetecek mi?

Ben vesikalığında süt durgunluğu bulabileceğiniz o yeni yetmelerden değilim, kaşlarım çatık, yüzeyim dalgalı..daimi bir mülteciyim canı sıkkın bir dolunayın yörüngesinde..

.

Siz uyurken,

Ben bir fincana üç vakit sığdırdım

Elim bir kuş sesine çarptı

Ağladım.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Majör

Kafa yapmak: Şimdi çocukluğu makaslanmış sahte bir sarışınla konuşurken ona Hemoroitin ünlü bir filozof olmadığını kanıtlamaya çalışmam tamamen nezaket icabıysa bu da kafa yapar. Brüt zamanda alınan onca terli yolun sonunda kara göründü diyemezdim.
Kara bastığım yerdi, göremezdim.
Sonrası için: sehpada unutulan gençliğim ardışık iki sayının ilk yörüngesiydi,
kafa yapmak sehpadan yalnızca anahtarları alarak çekip gitmekti.
Şimdi sandığım gibi değilmiş hiçbir şey bu, sandığım gibiymiş her şeyden daha iyi bir şeydi. Kennedy ölürken de hayat devam ediyor, bilmem ki bu iyi bir şey miydi?

.

Kafa yapmak; reenkarnasyona rezervasyon yaptıran taşaklı sahte sarışınlarla asma altında sesli okumalar: kızılderililer kafa yapar, oral seks bağımlıları kafa yapar, politikacılar, korsan ayakkabıcılar, denize açılan bütün yollar, elbiseye insan uyduran gaddar modacılar..içinden üç kısa film çıkarabileceğiniz loş bakkallar.

Şimdi içimden bütün sarışınların saçını siyaha boyuyorum ve aynı anda gülüyoruz. seks hatrı sayılır kaygan bir sanat, belki tutunamayanlar bunun için yazılmıştı, repliğin sonunda bant kaydıyla gülen kalabalığa iştirakti hayat.

hayat Yunancada da aynı hayat.

Kafa açmak: yer altında ölmüş annelerine rastlayan madencilerin rüyalarında kuyu açmak ve gayet hard porn bir gülümsemeyle ayakta dikilirken 7.15 otobüsünü kaçırmak.

Kafa açmak.

Sonunda kara görünse bile.

hayat Yunancada da aynı hayat.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Dilemma Hatun

Çoktandır izmarit atmıyor çocukların üzerine, dumanını faili meçhule karışma hevesiyle havaya savuran bir koca karıya dönüşmeden önce elli yedi senesi vardı, çoktandır çocukların sesini duyamıyor, kulaklarında iki taş plak sallanıyor.
Radyosunu geçtiğimiz yüzyıla ayarlıyorum. Belinde 68 kuşağı, dizlerinde vurulmuş uçurtmalar, aklını ikiye bölen Berlinli bir duvar, müzeyyeni öpmüşlüğü var bir zaman, bir zaman rugan ayakkabılarında gizlediği fantastik bir roman, çoktandır kendisinden haber alınamıyor.

Tanrı’ya inanmasa da o, kabesinden vurulmuş kan kaybeden bir Müslüman. Şahadet nedir öğrenemeden ölecek.

..

Yüzüme bakıyor, bir bardak su uzatıyorum, gülüyor; bir zaman hayatı tabletler halinde bölme konusunda ustaydı, onun için uyku hapı eczaneden kolayca satın alınan devre mülk bir rüyaydı, uyurken saçları saçlarıma karışırdı ve biz daima aynı denize dökülürdük.

Şimdi bile, kendine doğru akan gür saçlı mitolojik bir şelale. Halbuki o, daha bir bardak suya uzanamadan, yatağında altını ıslatarak ölecek.

..

Rahmini Kahire’de bir adama rehin bıraktığı günden beri gördüğü her çocuğa hamile, kırptığı saçlarını sırayla dünyanın bütün yollarına bıraktığı günden beri, kapıda gördüğü her adam Kahire. Sakallı bir cennette çıplak uyuyarak geçen elli yedi sene.

Dayanamayıp soruyorum:

Bundan sonra güzergah neresi?

Çok düşünmeden cevaplıyor:

Karacaahmette bir ölüm sergisi. Çağdaş olduğu kadar klasik

..

Susuyorum, yüzüme doğru akıyor, ona aldığım çiçekleri uzatıyorum
İstemiyor, zaten benim çiçeğim burnumda diyor.
Gülüyoruz.

Hümanistim Ama O Kadar da Değil

Yok değil, bavul toplamayı da, düşük bütçeli, dramatik bir sanat filmi olarak görmeyi başaran küçük ruhuma, toparlanıp gitmeyi öğretemezdim şu kısacık zaman diliminde.

Bu da ilk çuvallayışım değil.

Bir erkeğin başkenti olmayı dileyen tüm kenar mahalle karılarının ortak coğrafi kaygısıyla birkaç yılımı harcamışım. Bana gözleriyle değil, gözlükleriyle ağlarken, üç kere tekrarlıyor adımı, üç kere efendim diyorum, üç kere yok bir şey diyor, -hakikaten de yok bir şey-. Kapıda zorlama izi de yok, kendiliğimden gidiyorum. Bavulumda en sevdiğim porselen takım, gidene kadar yolda kırılacak biliyorum, bile bile alıyorum yanıma: Bu da en az birbirimizle yaşamak gibiymiş farkına varıyorum.
..

Hem belki bir portakal için her şey turuncudur, belki bir erkek için siyah, diğer renklerin orucudur.

O, her sabah sıktığım portakalı artık kendi başına sıkacak ve artık sıktığı bütün portakalların suyu siyah akacak.

Bu da ilk çuvallayışı değil.

..

Reenkarnasyona inandığımız andan itibaren, rent a car mutluluğumuzu ikinci el benliklerimize sığdırmaya çalıştığımızda, kalbimin patlayan fermuarından fırlayan orta boy bir bavul ve orta boy bir bavula sığan orta karar bir hayatın vestiyerinde, sevmeyi son dakikaya bıraktığımızdan beri geç kaldık birbirimize.
Biz birbirimizi öperken en çok kendimize dudak payı bıraktık.
Saatlerimizi nafileye ayarladık.
..

Düşünüyorum, ben belki istesem, kendim için olduğu kadar onun için de ölebilirim..Çabuk vazgeçiyorum, hümanistim ama o kadar da değil.
.
Hem diyelim ki ölmeden evvel gözlüklerini güzelce silip ona geri verdim,

Gördüklerimizi unutabilir miydik?

Hala Acıyor

Arnavut kaldırımlarının biti olduğum, pencerelerinden sokaklarına arap saçı silkelenen, boğazı gıcık tutan bir İstanbul levhası asılıymış dünyanın girişine.
Kapıda yetmiş iki millet, bir çift şehvet, bacağı kopuk bir maraton.
Minyatür ellerle bismillah yazmakmış girizgah.

..

Hanımefendiler, beyefendiler ahşap merdivenlerine inci saçılan evlerin, su katılmamış rakılarıymış. Anason tüccarlarına kız verilmeyen siyah beyaz bir çağda sarhoş olmanın mahcubiyetiyle, her akşam bir büyük devirirlermiş.
Rakı ahalinin kalp ayarıymış.
Saat on ikiye kurulan bir kendini unutuşun geriye sayımıymış.
Suyu ihtiyarlatmakmış rakı.
Şimdi biraz kahve falı,
Şimdi biraz yalınayak tavaf,
Şimdi on dördünde bir tazenin gergefinde iğneyle kuyu kazmakmış hayat.

..

Mendilini düşüren billur kadınların tuzla buz olduğu aşklar, beyaz sabun kokulu keten çarşaflarda burma bıyıklara bulaşan bir parça kaymak, bacaklarının arasında uçsun diye şeffaf kelebekler, bir parça zar yırtığı,
sabah ezanında hamam sefası,
yan odada kaynana zırıltısı.

..

Zeytinyağıyla kazanılmış bir şehirde kaymadan yürüyebilmekmiş yaşamak.
Biraz suyla
Çokça rakıyla.

12 Temmuz 2011 Salı

Art

Ben buna kısaca art deco diyorum. Biraz da Fransızca saçmalıklara dayadığımız nü merdivenler ve altında filozof beslenen içini göstermeyen dantel etekler. İnsanlığın son ihalesini biz almışız ve günümüzde değilsek bir kafein farkıyla tanrıyı her an inkar edebiliriz.

Ben buna kısaca romantizm diyorum. Geçen yüzyıldan kalma gazetenin üçüncü sayfasını açtığımda aynı çocuğu ölü buluyorum.

Annemden bir kadın devraldım kendini en rahat nerede ezberler bilemiyorum
ve ben öylece
sabahın seherinden akşamın üzerine doğru kurulan asma bir köprü üzerinde
tasavvufi bir dengede, altı doğmayan çocuk ve iki ciltlik Türkçe bir sözlükle
en rahat kendimi ezberliyorum.

ben buna kısaca günlük yaşam diyorum.

Sırf rüyalarımın kapıları kilitli diye kirli bir otobandan dışarı çıkamıyorum. Ölüm plakalı bir chevroletde yaşlı bir Finikeli, bir müzayede kaçkını ve otuz bir bağımlılığı yüzünden medikal eldivenler takan isimsiz bir rahiple dünü bugünü yarını tartışmadan önce saatlerimizi ayarlıyorum.
onlara biraz arkeolojiden bahsederken kahvaltının arkasından kişisel tarihimizi buzdolabına kaldırıyorum.

ben annemden bir kadın devralıp, her bir teras katında kendime başka başka isimler buluyorum.
duyuyorum iç kulağımın dehlizlerinde : çal maestro çal! Bir kanun taksiminden taksim edilen çalakalem hicranla çal! İşte bazen saat on ikiden sonraya kalan kadınlar da böyle hevesle çal der
ve aynı hevesle çalınır bir hayatın vitrininden en güzel seneler..

..

işte ben buna kısaca realizm diyorum.

Onca kalabalığın içinde direksiyonu kendime kırıyorum.

24 Nisan 2011 Pazar

Femme

ve ellerinde parantezlerle geldiler,
güneşi rahman ve rahim bir hollywood labirentine gömerek,

ellerinde parantezler,
arka ceplerinde taşıdıkları portatif cehennemlerle
toplam üç kişiydiler: iki dirhem bir çekirdek..

bizler yedek klübesinde ilahiler söyleyen erotik yeniyetmelerdik

ölü kızların nevrotik çeyizleri için memelerine kabul ettikleri, borsada kendini kaybeden paralı askerlerdik.

Ellerinde pazartesilerle geldiler,
her birimize gerçeğin baygın tüllerini tutuşturup kırmızı bültenlerle aranmayı öğrettiler.

Aklımızın genelevlere bakan pencerelerinde el yapımı parantezlerle,

savaş filmlerinden girip lögar kapaklarından çıkıyor,

Kıyamet kıraathanesinde ayakta bekliyorduk.

ve bir gün,
ellerinde parantezlerle gelip bizi bir cümle içinde kullandılar.

sağdan sola, yukarıdan aşağıya
artık hiçbirimiz yoktuk

8 Nisan 2011 Cuma

Manuel

Bir adam öldürme atölyesinde işler daima böyle yürürken,
sana yirmi beş gramlık asabi bir gölgeden kallavi bir serüven tartıyorum,
(buna balmumu rüyalar da dahil)

sen suretimde bir ileri iki geri raks ederken,

ben dünyanın sonunda soluklananlara yer göstericiliği yapıyorum.

..

-Bir adam öldürme atölyesinde işler daima böyle yürür,

yılın bu mevsimi kopan her fırtınada tanrı suratımıza topluca tükürür. (yarabbi şükür)-

..

Artık hiçbir fırtına şaşırtamıyorken bizi,

İkimiz için, şemsiye altı Yeşilçam hatırası bir hayat tasarlıyorum,

Sen balmumu bir rüyadan aklımı yontarken,

Ben toplu bir mezardan dünyanın en iyi ihtimallerini çıkarıyorum,

ikimiz de ölümümüz üzre bahse giriyoruz,
ikimiz de çok geçmeden kazanıyoruz.

Sen kendini dünyanın sonunda soluklanmaya bırakırken,
Ben Bosna’ da telefonumu kapatıyorum,
kimse ulaşamıyor bana. (buna tanrı da dahil.)

İkimiz de biliyoruz,

bir adam öldürme atölyesinde
işler daima böyle yürür.

(yarabbi şükür)

29 Mart 2011 Salı

Septimus’un Sefil Vitrini

Özetle; kendimi ulusal radyolardan eğrelti otlarına, üç tam yüz yıla bölebilirim,
- ilkinden önce üçüncüsünden sonra-;
birinci yaş günümde kalbimi hakikatli bir karanlıkla parselleyebilir,
kanatlarını hatırlayamayan egzotik bir kuş gibi
tanrının hizasında uçabilirim,
-duraksamadan-,
kırmızı dudaklarımla vaat ettiğim kanlı bir türkçeyle
ilk cinayetime klasik bir kürtajla başlayabilirim.

ve dahası buna çok zaman var..

-Şimdi sadece annemin kaldığı, babamın öldüğü yerden devam edebilirim.-

..

Üç tam yüzyıldan çok önce ben,
kendinden firar ettikçe ev hapsiyle cezalandırılan kadınlar tarafından büyütüldüğüm vakit idrak edebilirdim:

Mutluluk,

flamenkonun icadından çok daha önceydi,

Woolf kültüründe insan kurban etmek,

kerhane önlerinde geviş getirmekti

Arabeskte sufle,

Kürt kahvesinde saklanan fiyakalı bir tercüme..

Mutluluk sertti,

miadını çoktan doldurmuş kırmızı bir evrendi,

Berlin’de eskiyen bir ayyaşa ait kayıtlara geçmeyen aşina bir portreydi,

Mutluluk,

antresinde kıyametler kopan sakin bir evdi.
..

dahası ben,aynı hikayede kendimle yüzlerce kez karşılaşıp, mutluluğun resmine diğerleriyle aynı anda ateş edecektim.

üç tam yüzyıl bittiği an,

Tanrı’ nın sesini duyacaktım
en heyecanlı yerinde:

“Kestik!..”

4 Mart 2011 Cuma

Kun

Fazlası da değildi, kıvrak bir hamleyle, içinde Fikret Mualla imzalı uygunsuz bir hayat hikayesi ve minyatür bir çocuk mezarı besleyen iri kıyım kalbimi, tamire bıraktığım akşamlarda tam da ortasından başlıyordu hayat.

Erken de değildi, bir ayyaşın toy kulaklarına hiç düşünmeden fısıldadım:

“ Sen saatini kurmasan da bir gün yetmiş olacaktın.”

Güzel de değildim üstelik bestseller bir yosmaya göre, güzel de değildim,
şehrin azizlerini, tek kişilik karınca sirklerini,
Fransız İhtilali kokan genelevleri, aşırı dozdan ölen mevlevileri sonsuz bir vitrinde sergileyecek kadar da kendi rüyamdan emin değildim.

..

Sonrasında macerama az kullanılmış bir kütüphanede çocukluğumu kovalayarak devam edecektim.

ben de kaçacaktım devlet markalı bir ölümden; sesimi üçe bölüp, ilkiyle eski bir Macar şarkısına sığınarak. ardımda artı bir kadın, artı bir hayat, ortasına ateş edilmiş artı bir hüviyet, kusursuz bir artı onsekiz.

Fazlası da değildim.

ben saatimi kurmasam da nasılsa belirlenen gün ve saatte ölecektim.

cesedime serili gazetenin hayat sigortası reklamına tüm varlığımla tükürecektim.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Pruva

İlk sahibim, gözlerine eklediği sonsuz mesafelere Arizona güneşleri serpiştirebileceğiniz inatçı bir werther kırmasıydı, ondan aykırı bir kaç kitap ve ortanca bir kalp çaldığım tenekeden günlerimizin üzerine üç beş yaldızlı mermi sıktım.

gözlerimi şaibeli bir kumarda kaptırdım kapital bir çingeneye

alıp götürdü beni Zagrep radyosunun çektiği herhangi bir yere

şehrin üzgün molozlarına aykırıydı insan tamir eden alaylı aşklar, ilk sahibim, sevgililerini dantellerine gizleyen yaşlı kadınlar kadar inatçı bir werther kırmasıydı,
kendine elbiseler çizen çıplak bir ressam gibi, kısa zamanda beni de çizgimin dışına taşırdı.

Osmanlıca’da antika ne demekse ben tam da öyle bir şeydim,

iki mayın arası mesafeyi nasılsa delirmeden geçecektim.

..

Sonra ekvatora bir sır gömdüm ben, ortasından çatladı dünya.
Sonra ilk sahibim de benzemeye başladı,
Rus edebiyatına öykünen Tanrıya.

Ben beraber gömülelim mi diyecekken günlerce üzerinde düşündüm

Kurşuna dizilmek de ne düzgün bir ölüm.
..

İlk sahibim,
karanlık gecekondu çamurlarında sanat kovalayan inatçı bir werther kırmasıydı.

O da suyu ihmal edilmiş, şaibeli her erkek gibi
erozyondan öldü.

Toprağı bol olsun.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Ja?

Uzun yola çıkmadan, yeni senaryolar üzerinde çalışan tanrılardan ve mermi vızıldayan oksijensiz tiyatrolardan elde bir ben var, bir ben,
elden düşme, etnik bir yolculuğun ardından elleri törenlerle koparılmış bir kabileye; uzun bir yol..

Mayamda iki başlı bir din, peronda içi masal dolu bir tren, gitmek için bir şey, bir neden.
gitmek haliyle; uçsuz bucaksız bir neden.

Yol boyunca aile fotoğraflarından istifa edip, Şems’e doğru ilerlemek, dünya tarihine demirlemek, göğüs kafesimi tırmalayan hayvanı terbiye etmek için, bir gün fazladan yaşamanın sınavını veriyorum.

Gitmek en iyi haliyle, kalmanın içine kapanık felcinden sınır dışı edilen bir beden.

İşi bırakıyorum, -geride- ellerimi, dumanı tüten elbiselerimi,
sahibine ateş eden çin malı tüfeklerimi, soylu mahallelere sıçrayan
üçüncü dünya savaşı ihtimallerini.

Kendimi bırakıyorum en iyi halimle.
Nazilerin ölüm listesinden baharda yapılacaklar listesine
ismimi kaybedilmiş miladi ara sayfalardan temizliyorum.

Bir ben var; kirlenmek için haklı bir neden.

Punksavar bir nazinin ilahi ceplerinden karıştırıp bulduğu ruhani ve çıplak bir sabun.

Bir pislikmiş gibi, bahanesi de hazır kendinden

-Bir insanı en iyi bir insan temizler.

evet belki bu yüzden,
gitmek uçsuz bucaksız bir neden.

4 Şubat 2011 Cuma

Süt

Eski moda gözlerinde uçuşan kara sineklerle, bir batakhaneyi seyrettiği yavşak zamanlarda, viski şişelerine düşürdüğü mutluluk hikayelerini, kafadan çatlak kadehlerde ararken, annesiyle babasını aynı bardakta karıştırırdı çoğu kez.
Beni de karıştırdığı günler oluyor, daha çok bir generalin metresi ya da köşedeki büfeciyle aynı rüyadan uyanıyorum.
..

Onun iğne deliği gözlerinden geçmek ince bir ruh gerektiriyor, general, ben ve büfeci bir hayli iriyiz.
Halbuki, her şizofreninin kendine göre bir beden ölçüsü var, üstelik dünya çok küçük.

..

Akşamları zaman, küçükken gördüğümüz bir film gibi akarken o,
bir varmış bir yokmuş şişelerinde numaradan ayyaş ve teatral.

Şişede üç ihtimal var:
ağır tahrik, su ve orospu çocukluğu.

O, her yudumda biraz daha çocuklaşırken, dilimin ucuyla tadına bakıyorum.

Şişede anne sütü var.

Bütün haşmetiyle kadehini havaya kaldırıp ekliyor:

“ sütten kesilince içkiye başladım. “

Akşamları zaman, küçükken gördüğümüz bir film gibi akarken, general, ben ve büfeci aynı rüyaya edebimizle sığamadığımızdan, gitmesine engel olamıyorum.

teatral bir ayyaş gibi kapıdan sızıyor.

Arkasından sesleniyorum:

“ çok götsün be!.”

..

Ve fakat aynı sesle:

“ nolur arkanı dönüp gitme. “

Ben tam da o akşam sütten kesiliyorum.

20 Ocak 2011 Perşembe

Ajite

Şüphelenmeye önce kendimden başladım.. Bildiğim, bütün kuşlarda gerekenden fazla matematik vardı ve gezici tiyatroları düşününce, bu ezberci gezegende kalbinden konuşma ihtimali olanlarla uçmak doğaçlama bir seçenekti. Bulduğum ilk nedenle atlayacağım.

..

Önce bir başkasından öğrenmeye başladım, bir çıplak için kış, eksik bir kumaştı, depresyonsa eski kıtaya yapılan toz pembe bir yolculuk. Bir önemi yoktu gidişatın ya da insan yutan iç çamaşırlarının.. Temizlenmeye sırtımın kirli fermuarından başladım, üşümeye ise iç çamaşırlarımdan.

..

Sonra çok ezberciydi kuşlar. Her ağaçta benzer logaritmalar, her evde bir birine benzeyen çok uluslu aşklar.

Pompei’ de bir düzüşme müzesinde kendimi yoklamaya ağzımdan başladım, pantolonların kabaran bölgelerinden selam getirenlere İtalyanca aşkları işaret ederek, bilmem kaçıncı erkeğin rüyasına naif denklemler zerk ederek, gördüğüm her erkekte babamı ezberleyerek. Babama bir kala kadın oldum..
Ben ve tüylü masum dünyam..
Adını depresyon koyabileceğim ilk köpekle kudurdum..

..

İlk yalanımı söylemeye Türkçeyle başladım, herkese duymak istediklerini söyleyince diğer dilleri öğrenmem çok kolay oldu..Sonrası bir bardak su, midemde kübist cennetler inşa eden yeşil drajelerle sırt üstü, yan yana, baş başa, ve benzeri ,ve gibi, ve haliyle..

Büyük resim hala içimde.

Ve ben başladığım yerdeyim.