30 Temmuz 2011 Cumartesi

Majör

Kafa yapmak: Şimdi çocukluğu makaslanmış sahte bir sarışınla konuşurken ona Hemoroitin ünlü bir filozof olmadığını kanıtlamaya çalışmam tamamen nezaket icabıysa bu da kafa yapar. Brüt zamanda alınan onca terli yolun sonunda kara göründü diyemezdim.
Kara bastığım yerdi, göremezdim.
Sonrası için: sehpada unutulan gençliğim ardışık iki sayının ilk yörüngesiydi,
kafa yapmak sehpadan yalnızca anahtarları alarak çekip gitmekti.
Şimdi sandığım gibi değilmiş hiçbir şey bu, sandığım gibiymiş her şeyden daha iyi bir şeydi. Kennedy ölürken de hayat devam ediyor, bilmem ki bu iyi bir şey miydi?

.

Kafa yapmak; reenkarnasyona rezervasyon yaptıran taşaklı sahte sarışınlarla asma altında sesli okumalar: kızılderililer kafa yapar, oral seks bağımlıları kafa yapar, politikacılar, korsan ayakkabıcılar, denize açılan bütün yollar, elbiseye insan uyduran gaddar modacılar..içinden üç kısa film çıkarabileceğiniz loş bakkallar.

Şimdi içimden bütün sarışınların saçını siyaha boyuyorum ve aynı anda gülüyoruz. seks hatrı sayılır kaygan bir sanat, belki tutunamayanlar bunun için yazılmıştı, repliğin sonunda bant kaydıyla gülen kalabalığa iştirakti hayat.

hayat Yunancada da aynı hayat.

Kafa açmak: yer altında ölmüş annelerine rastlayan madencilerin rüyalarında kuyu açmak ve gayet hard porn bir gülümsemeyle ayakta dikilirken 7.15 otobüsünü kaçırmak.

Kafa açmak.

Sonunda kara görünse bile.

hayat Yunancada da aynı hayat.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Dilemma Hatun

Çoktandır izmarit atmıyor çocukların üzerine, dumanını faili meçhule karışma hevesiyle havaya savuran bir koca karıya dönüşmeden önce elli yedi senesi vardı, çoktandır çocukların sesini duyamıyor, kulaklarında iki taş plak sallanıyor.
Radyosunu geçtiğimiz yüzyıla ayarlıyorum. Belinde 68 kuşağı, dizlerinde vurulmuş uçurtmalar, aklını ikiye bölen Berlinli bir duvar, müzeyyeni öpmüşlüğü var bir zaman, bir zaman rugan ayakkabılarında gizlediği fantastik bir roman, çoktandır kendisinden haber alınamıyor.

Tanrı’ya inanmasa da o, kabesinden vurulmuş kan kaybeden bir Müslüman. Şahadet nedir öğrenemeden ölecek.

..

Yüzüme bakıyor, bir bardak su uzatıyorum, gülüyor; bir zaman hayatı tabletler halinde bölme konusunda ustaydı, onun için uyku hapı eczaneden kolayca satın alınan devre mülk bir rüyaydı, uyurken saçları saçlarıma karışırdı ve biz daima aynı denize dökülürdük.

Şimdi bile, kendine doğru akan gür saçlı mitolojik bir şelale. Halbuki o, daha bir bardak suya uzanamadan, yatağında altını ıslatarak ölecek.

..

Rahmini Kahire’de bir adama rehin bıraktığı günden beri gördüğü her çocuğa hamile, kırptığı saçlarını sırayla dünyanın bütün yollarına bıraktığı günden beri, kapıda gördüğü her adam Kahire. Sakallı bir cennette çıplak uyuyarak geçen elli yedi sene.

Dayanamayıp soruyorum:

Bundan sonra güzergah neresi?

Çok düşünmeden cevaplıyor:

Karacaahmette bir ölüm sergisi. Çağdaş olduğu kadar klasik

..

Susuyorum, yüzüme doğru akıyor, ona aldığım çiçekleri uzatıyorum
İstemiyor, zaten benim çiçeğim burnumda diyor.
Gülüyoruz.

Hümanistim Ama O Kadar da Değil

Yok değil, bavul toplamayı da, düşük bütçeli, dramatik bir sanat filmi olarak görmeyi başaran küçük ruhuma, toparlanıp gitmeyi öğretemezdim şu kısacık zaman diliminde.

Bu da ilk çuvallayışım değil.

Bir erkeğin başkenti olmayı dileyen tüm kenar mahalle karılarının ortak coğrafi kaygısıyla birkaç yılımı harcamışım. Bana gözleriyle değil, gözlükleriyle ağlarken, üç kere tekrarlıyor adımı, üç kere efendim diyorum, üç kere yok bir şey diyor, -hakikaten de yok bir şey-. Kapıda zorlama izi de yok, kendiliğimden gidiyorum. Bavulumda en sevdiğim porselen takım, gidene kadar yolda kırılacak biliyorum, bile bile alıyorum yanıma: Bu da en az birbirimizle yaşamak gibiymiş farkına varıyorum.
..

Hem belki bir portakal için her şey turuncudur, belki bir erkek için siyah, diğer renklerin orucudur.

O, her sabah sıktığım portakalı artık kendi başına sıkacak ve artık sıktığı bütün portakalların suyu siyah akacak.

Bu da ilk çuvallayışı değil.

..

Reenkarnasyona inandığımız andan itibaren, rent a car mutluluğumuzu ikinci el benliklerimize sığdırmaya çalıştığımızda, kalbimin patlayan fermuarından fırlayan orta boy bir bavul ve orta boy bir bavula sığan orta karar bir hayatın vestiyerinde, sevmeyi son dakikaya bıraktığımızdan beri geç kaldık birbirimize.
Biz birbirimizi öperken en çok kendimize dudak payı bıraktık.
Saatlerimizi nafileye ayarladık.
..

Düşünüyorum, ben belki istesem, kendim için olduğu kadar onun için de ölebilirim..Çabuk vazgeçiyorum, hümanistim ama o kadar da değil.
.
Hem diyelim ki ölmeden evvel gözlüklerini güzelce silip ona geri verdim,

Gördüklerimizi unutabilir miydik?

Hala Acıyor

Arnavut kaldırımlarının biti olduğum, pencerelerinden sokaklarına arap saçı silkelenen, boğazı gıcık tutan bir İstanbul levhası asılıymış dünyanın girişine.
Kapıda yetmiş iki millet, bir çift şehvet, bacağı kopuk bir maraton.
Minyatür ellerle bismillah yazmakmış girizgah.

..

Hanımefendiler, beyefendiler ahşap merdivenlerine inci saçılan evlerin, su katılmamış rakılarıymış. Anason tüccarlarına kız verilmeyen siyah beyaz bir çağda sarhoş olmanın mahcubiyetiyle, her akşam bir büyük devirirlermiş.
Rakı ahalinin kalp ayarıymış.
Saat on ikiye kurulan bir kendini unutuşun geriye sayımıymış.
Suyu ihtiyarlatmakmış rakı.
Şimdi biraz kahve falı,
Şimdi biraz yalınayak tavaf,
Şimdi on dördünde bir tazenin gergefinde iğneyle kuyu kazmakmış hayat.

..

Mendilini düşüren billur kadınların tuzla buz olduğu aşklar, beyaz sabun kokulu keten çarşaflarda burma bıyıklara bulaşan bir parça kaymak, bacaklarının arasında uçsun diye şeffaf kelebekler, bir parça zar yırtığı,
sabah ezanında hamam sefası,
yan odada kaynana zırıltısı.

..

Zeytinyağıyla kazanılmış bir şehirde kaymadan yürüyebilmekmiş yaşamak.
Biraz suyla
Çokça rakıyla.

12 Temmuz 2011 Salı

Art

Ben buna kısaca art deco diyorum. Biraz da Fransızca saçmalıklara dayadığımız nü merdivenler ve altında filozof beslenen içini göstermeyen dantel etekler. İnsanlığın son ihalesini biz almışız ve günümüzde değilsek bir kafein farkıyla tanrıyı her an inkar edebiliriz.

Ben buna kısaca romantizm diyorum. Geçen yüzyıldan kalma gazetenin üçüncü sayfasını açtığımda aynı çocuğu ölü buluyorum.

Annemden bir kadın devraldım kendini en rahat nerede ezberler bilemiyorum
ve ben öylece
sabahın seherinden akşamın üzerine doğru kurulan asma bir köprü üzerinde
tasavvufi bir dengede, altı doğmayan çocuk ve iki ciltlik Türkçe bir sözlükle
en rahat kendimi ezberliyorum.

ben buna kısaca günlük yaşam diyorum.

Sırf rüyalarımın kapıları kilitli diye kirli bir otobandan dışarı çıkamıyorum. Ölüm plakalı bir chevroletde yaşlı bir Finikeli, bir müzayede kaçkını ve otuz bir bağımlılığı yüzünden medikal eldivenler takan isimsiz bir rahiple dünü bugünü yarını tartışmadan önce saatlerimizi ayarlıyorum.
onlara biraz arkeolojiden bahsederken kahvaltının arkasından kişisel tarihimizi buzdolabına kaldırıyorum.

ben annemden bir kadın devralıp, her bir teras katında kendime başka başka isimler buluyorum.
duyuyorum iç kulağımın dehlizlerinde : çal maestro çal! Bir kanun taksiminden taksim edilen çalakalem hicranla çal! İşte bazen saat on ikiden sonraya kalan kadınlar da böyle hevesle çal der
ve aynı hevesle çalınır bir hayatın vitrininden en güzel seneler..

..

işte ben buna kısaca realizm diyorum.

Onca kalabalığın içinde direksiyonu kendime kırıyorum.